Quantcast
Channel: Açık Bilim - Aylık Çevrimiçi Bilim Dergisi » Sinem Doğan
Viewing all 25 articles
Browse latest View live

ULUSLARARASI DEĞİŞEN DÜNYA’DA BİLGİ YÖNETİMİ SEMPOZYUMU

$
0
0

Bilgi yönetimi alanında çağın gereksinimlerine bağlı olarak yenilikçi yaklaşımlar ön plana çıkmakta, e-bilim ve bilgi yönetiminin etkileşimi ilgi çekici hale gelmektedir.

Bilgi; yaşamın merkezinde olan bir kavram olup, insanlığın varlığı kadar eskidir. Bilginin tartışılması M.Ö beşinci yüzyılda, felsefeci Sokrates’in bilginin sınırları sorusu ile başlamıştır. Bilgiyi; yaşamlarını devam ettirme amacıyla kullanan insanoğlu Sanayi Devrimi ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında üretim mekanizması haline getirmiştir.

1600’lü yıllarda yaşayan İngiliz felsefeci Francis Bacon da  “bilgi güçtür” sözüyle bilginin bireysel ve toplumsal önemini dile getirmiştir. Bu sözün doğruluğunu kanıtlarcasına günümüzde bilgi ve bilgi teknolojileri alanlarında yenilikçi ve güçlü toplumlar, diğer toplumlar üzerinde lider bir pozisyonda yer almaktadır. Bu noktadan çıkışla; bilginin değer yaratan bir kavram haline geldiğini, gerek akademik olarak gerekse iş dünyasında güç kazandıran bir unsur olduğunu söylemek mümkündür. “Gelişmiş ülkeler” olarak tabir edilen; lider ülkelerin bu sıfatla anılmalarında finansal durumlarının yanı sıra bilim, teknoloji gibi alanlarda yenilikçi yapılarının da etkili olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. İnsanlığın geleceği ile ilgili alanlarda ortaya çıkarılan buluşlar geliştirilen eski bilgilerin sonucudur. Devletlerin legal ya da illegal yollardan elde ettikleri, stratejik öneme sahip bilgiler de diğer devletler üzerinde üstünlük sağlama unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine özellikle teknoloji alanında var olan firmaların sahip oldukları ürünler üzerinde yaptıkları revizyonlar ya da farklı bir bilgiden yola çıkarak ortaya çıkardıkları yeni ürünler, firmaların dünyadaki pazar paylarında önemli değişikliklere neden olmaktadır. Bilgisayarların da ortaya çıkışı, bilgi açısından devrim niteliğinde olmuştur. Manuel şekilde gerçekleştirilen bilgiye dayalı tüm işlemler bilgisayarların ortaya çıkışından sonra elektronik ortamda gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Bilgi; çağın gereksinimlerine uygun bir şekilde daha sistematik bir şekilde yayılma imkânı bulmuştur.

Bilgi Yönetimi ise; Amerikan Üretim ve Kalite Merkezi tarafından, bilginin ortaya çıkması ve değer yaratması için doğru zamanda ve doğru insana yayılmasını sağlamak için sistematik yaklaşımlar olarak tanımlanmıştır. Bilginin paylaşım alanları, nerede ve nasıl paylaşılacağı; gereksiz bilgi yığılmalarının önlenmesi, bilginin verimli şekilde kullanılacağı yerlere ulaşımı ve hızlı transferi açısından önem arz etmektedir. Bilgi Yönetimi bir örgüt içerisindeki disiplindir. Temel noktasında entelektüel sermaye vardır ve buna ilişkin tüm aşamalarla ilgilenmekte, bilginin entelektüel sermayeye dönüştürülmesi ve ölçülebilir kılınmasını sistemli bir şekilde sağlama amacı taşımaktadır. Dış kaynaklardan örgüt için gerekli olan bilginin temini ve hızlı aktarımı önemlidir. İnsan, süreç ve teknoloji odaklılığı vardır. Uzun ve pahalı bir süreç olduğu vurgulanabilir.

Bilgi Yönetimi’nin e-bilim ile etkileşimi sempozyumda ele alınacak

Seçkin bir bilim adamı olan ve 2005’ten bu yana Microsoft Şirketinin Başkan Yardımcısı olarak görev yapan Dr. Tony Hey, Hacettepe Üniversitesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü tarafından düzenlenen ve 19-21 Eylül 2012 tarihlerinde Ankara’da yapılacak olan 3. Uluslararası Değişen Dünyada Bilgi Yönetimi Sempozyumunun “e-bilim ve bilgi yönetimi” konulu açılış konferansını vermeyi kabul etti.

Bilgi Yönetimi; toplumsal kültürün arttırılması açısından bilginin büyümesini sağlamak, veri tabanları gibi alt yapılarla ihtiyaçlara cevap verebilir olmalıdır. Bu noktada da bilgi yönetiminin e-bilim ile etkileşim halinde olduğunu belirtilebilinir. İşbirliğine ve ağlara dayalı, verinin ön planda olduğu bilim olan; “e-bilim” bilgi yönetimi alanında etkilidir. Günümüzde bilgi paylaşımlarının özel ağlar sayesinde gerçekleştirilmesi, bilginin sistematik bir şekilde muhafazası için elektronik ortam üzerinde belirli kataloglama programların kullanılması; e-bilim ve bilgi yönetiminin iç içe olduğunu göstermektedir. Bu yönde araştırmalar devam etmektedir.

19-21 Eylül 2012 tarihinde Ankara Hacettepe Üniversitesi’nde 3. düzenlenecek olan “Uluslar arası Değişen Dünya’da Bilgi Yönetimi Sempozyumu” bu konudaki araştırma ve çalışmalara güzel bir örnek olacaktır.

Sempozyumun konusu; “E-bilim ve Bilgi Yönetimi” olarak belirlenmiştir. Açılış konuşması Microsoft Şirketi Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Tony Hey tarafından yapılacaktır. Büyük Britanya E-bilim girişiminin müdürü olarak görev yapan ve devlet tarafından yapılan çalışmaları yöneten Tony Hey halen Microsoft’ta şirket araştırmaları, eğitimleri ve araştırma kurumlarıyla ortak çalışmaları yönetmektedir.

Sadece bilgi yönetimi alanında görev alan uzmanları değil tüm uzmanlık alanlarından katılımcıları hedef alan sempozyum; e-bilimde veri yaşam döngüsü, bilgi mimarisi, bilgi yönetimi eğitimi, bilimsel ve kültürel mirasın dijital olarak korunması gibi konuları alt başlıklarıyla ele alarak aydınlatıcı bir rol üstlenecektir.

Daha detaylı bilgi için:

http://by2012.bilgiyonetimi.net/tr/

 

Kaynaklar:

Güçlü, Nezahat, Kseanela Sotirofski . “Bilgi Yönetimi”. Türk Eğitim Bilimleri Dergisi  4(4) (Güz 2006): 351-371


MARMARAY PROJESİ İSTANBUL’UN SAKLI TARİHİNİ AYDINLATIYOR

$
0
0

2004 yılında başlanan Marmaray Projesi çalışmaları sırasında bulunan arkeolojik buluntular, İstanbul’un 8 bin yıllık tarihine ışık tutuyor.

Marmaray Projesi; Üsküdar-Yenikapı istikameti üzerinde temellendirilen, “batırma tüp tünel tekniği” sayesinde Boğaz’ın aşılacağı, Avrupa-Asya arasında önemli bir bağlantı noktası olacak proje.  Bu proje Türkiye’de ilk olmasının ve İstanbul içi ulaşım açısından büyük önem arz etmesinin yanı sıra kültürel miras noktasında  da ilgi çekici.

Nedir bu kültürel miras olarak kastettiğimiz durum? Şudur ki; Marmaray Projesi kapsamında yapılan çalışmalar esnasında Yenikapı ve Üsküdar’da Bizans dönemine ve hatta neolitik dönemlere ait buluntulara rastlandı. O dönem çok ses getiren bu durum karşısında Marmaray Projesi’nin inşaat çalışmaları bir süreliğine durduruldu ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne bağlı olarak, uzman arkeologlar ile kazı çalışmalarına başlandı. Şu anki çalışmalarda gelinen noktada, burada yaklaşık 7 senedir çalışmalarını sürdüren arkeologların yanı sıra, jeofizik uzmanı, fotoğrafçı, restoratör, konservatör, antropolog gibi farklı branşlardan uzmanlar da görev alıyor. Kazı çalışmaları yer yer devam ederken,  çalışmaların sonlandırıldığı noktalarda ise hızlı bir şekilde Marmaray Projesi inşaat çalışmaları gerçekleştiriliyor. Bu durum, çıkan eserler üzerinde titizlikle çalışan arkeologların hemen yan tarafında iş makinelerinin çalışmasına olanak verdiğinden ilginç görüntüler ortaya çıkabiliyor.

Kazılarda yaklaşık 36 batık gemi bulunmuş durumda. Gemilerin tarihlendirilmelerinde ise farklılıklar mevcut. 5. yy. olarak tarihlenen batık üzerinde halen çalışılıyor, bunun haricinde 6yy. 11yy. ve 12yy. olarak tarihlenen batıklar da var. Bulunan gemilerle birlikte anforalar, keramik parçaları, çanak çömlekler, altınlar da var. (Fotoğraf: İstanbul Üniversitesi)

İstanbul… Tarihler boyunca farklı kültürlere ev sahipliği yapan, hem Osmanlı’nın hem de Bizans’ın izlerini barındıran kültür kenti. İstanbul’un eski dönem yaşamları düşünüldüğünde Topkapı Sarayı, Ayasofya Müzesi gibi Osmanlı ve Bizans dönemlerini yansıtan tarihi eserler karşımıza çıkıyor. Fakat İstanbul’un, gördüğümüz tarihi eserleri dışında çok farklı bir geçmişi daha var. Bunu kanıtlayan Marmaray Kazıları bizleri İstanbul’da M.Ö 6000’li yıllara götürüyor.

Kazılar kapsamında Yenikapı’da keşfedilen ilk buluntu; Theodisios (Langa) Limanı kendi döneminin uluslararası ticaret merkezi sayılıyor. Yapım tarihi M.S. 379-395 yılları olarak belirtilen liman, dönemin Bizans İmparatoru Theodisios’un adını taşıyor. Mısır’la yapılan buğday ithalatının durması üzerine bir dönem sonra etkisini yitiren liman, Likos Deresi’nden gelen alüvyonlar yüzünden zamanla kullanılmaz hale gelmiş. Limanın aktif olarak kullanılmamasına karşın yine de burada demirli olan gemilerin, fırtına ve terk edilme gibi nedenlerle battığı düşünülüyor. Kazılarda yaklaşık 36 batık gemi bulunmuş durumda. Gemilerin tarihlendirilmelerinde ise farklılıklar mevcut. 5. yy. olarak tarihlenen batık üzerinde halen çalışılıyor, bunun haricinde 6yy. 11yy. ve 12yy. olarak tarihlenen batıklar da var. Bulunan gemilerle birlikte anforalar, keramik parçaları, çanak çömlekler, altınlar da var. Yaklaşık 55.000 genişliğinde olan, adı “Langa Bostanları” olarak geçen kazı alanında ayrıca bol miktarda ahşap taraklar, deri sandalet tabanları, altınlar ve ibrikler de bulunmuş. Ayrıca yine bu alanda ortaya çıkarılan; 4,5 metre genişliğinde ve 51 metre uzunluğundaki 1700 yıllık Konstantin Suru kalıntıları, başka bir yerde benzeri olmamasından ötürü de önem arz ediyor. Şapel kalıntılarının ve su kuyusunun da bulunması bir başka detay. Alanda açığa çıkan taşlık alanın İstanbul’un en eski dönemlerine ait olduğu ve bu taşların Marmara Denizi’nin henüz göl olduğu dönemlerde buraya taşınmış olması ilgi çekici. M.Ö 6000’li yıllara ait neolitik dönem eserlerinin denizin yükselmesi ile sular altında kalması sonrasında üzerlerinin zamanla kum ile örtülerek günümüze ulaşmış olması üzerinde duruluyor.

Keramik nedir?

Günlük işlerde kullanılan çeşitli toprak kaplara genel bir adla keramik denilir. Anadolu topraklarında gelişen keramik sanatı önce kadeh, çömlek daha sonraları bir idol, takı, vazo gibi örneklerle farklı kültürlerin izlerini taşıyan bir gelenek olmuştur. Keramikler, öteki kullanım eşyaları gibi biçim ve süslemeleriyle birer sanat değeri taşıyabilir, dolayısıyla sanat tarihi araştırmalarına konu olur ve müzelerde seçkin bir yer alırlar. (Kaynak: Istanbul.edu.tr, Şerare Yetkin)

Kazı alanlarında sadece gemiler, eşyalar değil insan ve hayvan iskeletlerine de ulaşılmış olması, en eski İstanbul yaşamının da izleri olarak sayılıyor. Bulunan 8500 yıllık mezarlar arkeoloji dünyasında heyecan yaratan bir husus. Deniz seviyesinin 8 metre altındaki katmanda bulunan neolitik döneme ait, yaklaşık 8000 yıllık ayak izleri de benzerlerinin az olması nedeniyle ilgi çekiyor. Ayak izlerinin deniz kumuyla kaplanmadan önce kuruyarak bozulmadan günümüze kadar geldiği belirtiliyor. Gerek 80 küsur iskelet gerekse ayak izleri, liman yakınlarında önemli bir yerleşim merkezinin bulunduğunu, bu alanın antropolojik ve kültürel tarih yönünden de önemli olduğunu gösteriyor.

Yenikapı kazı alanın haricinde yine Üsküdar’da ortaya çıkan  “Antik Khrysopolis Kenti” de M.Ö 7. yüzyıla ait olmasından ötürü dikkat çekiyor. Bugün Şemsi Paşa Camisi dolaylarında, denize uzanan basık çember biçimindeki bölümde kurulan kentin adı eski Helen dilinde “altın kent” anlamına geliyor. Bu alanda da çanak çömlek, sikke, madeni eşya gibi buluntuların yanı sıra  Bizans dönemlerine ait çok sayıda bezemeli kap parçası, cam şişe bulunuyor.

“Antik Khrysopolis Kenti” M.Ö 7. yüzyıla ait. Khrysopolis eski Helen dilinde “altın kent” anlamına geliyor. (Fotoğraf: Kenthaber)

Marmaray kazılarında ortaya çıkan buluntuların tespit edilme ve korunma aşamaları da keşif kadar önemli. Arkeolojinin en mühim aşaması olan belgeleme, buluntuların nitelendirilmesi açısından ilk gerçekleştirilen safha. Buluntuların tarihlendirilmesi, ait oldukları dönemlerin belirlenmesi gerekiyor. Buluntuların aslına göre çizimlerinin yapılması ve fotoğraflarının çekilmesi bundan sonraki aşamalar olarak karşımıza çıkıyor. Çıkan eserlerin gelişigüzel kaldırılmaması gerekiyor; eserler konservatörler tarafından kaldırılıyor ve restorasyon ile konservasyon işlemlerine tabi tutuluyor. Buluntuların türlerine göre yapılan koruma çalışmaları sonrasında ise envanter çalışması yapılıyor ve son aşama olarak eserler müzeye teslim ediliyor.

Marmaray Kazıları; tüm aşamalarıyla, bilinenin ötesinde en eski yaşam izlerini ortaya çıkarmasıyla, benzerleri az bulunabilen arkeolojik buluntularıyla özellikle İstanbul için büyük bir önem taşıyor. En büyük metropollerden biri olan İstanbul’un M.Ö. 6000’li yıllarda da önemli yerleşim merkezlerinden biri olduğu fikri, sadece arkeolojik miras noktası değil, insanlık tarihi açısından da aydınlatıcı bir role sahip. Burada kurulması planlanan müze sayesinde binlerce yıl öncesine yolculuk yapabilecek olmanın düşüncesi bile heyecan uyandırıyor.

Yenikapı'da ortaya çıkarılan iskele kazıkları. (Fotoğraf: Sinem Doğan, 2011)

 
Kaynaklar:

http://www.atlasturkey.com.tr

http://v3.arkitera.com

http://arkeolojihaber.net

İNCELEME: KAĞIDIN TUTUŞMA SICAKLIĞI, 451 F

$
0
0

Kâğıdın tutuşma sıcaklığı; 451 F derece. Bu bilimsel doğruluğu kanıtlanmış veriyi, araştırıp öğrenebilirsiniz fakat eğer bu bilgiyi bir film sayesinde öğreniyorsanız durum biraz daha ilginç bir hale gelebilir.

“Pazartesi Miller Yakarız, Salı Tolstoy, Çarşamba Walt Whitman. Cuma Faulkner, Cumartesi ve Pazar da Schopenhauer ve Sartre…”

Bu bilgiyi bir film repliğinden öğreniyorsunuz ve belleğinize kazıyorsunuz. Bu film; Fahrenheit 451.  Ray Bradbury’in 1951 yılında aynı isimle yayınlanan bilim kurgu romanının 1966 yılında sinemaya uyarlanmış hali olan film; 24. yüzyılda var olan baskıcı bir toplum düzeninin etkili bir şekilde ele alındığı, toplum-birey arasındaki ilişkiye dair bakış açınızı oldukça değiştiren bir film olma özelliğine sahip.

Fahrenheit 451; distopik filmlere verilebilecek en güzel örneklerden biri. Distopik film demişken “distopya” kavramını kısaca açıklayalım; Yunanca’da kelime anlamıyla “kötü yer” anlamına gelen distopya; “olumsuz ütopya” ya da Türkçede kullanılan bir terim olarak “korku ütopyası” olarak da bilinmektedir. Yani “Ütopya” kavramıyla ifade edilen o muhteşem yerin tam zıddıdır. Distopik bir toplum; siyasi açıdan ele alındığında; totaliter bir yönetim ya da diğer baskıcı tüm sistemleri ifade eder. Bu toplumun bireyleri ise; baskı altında, yaşam hakları sınırlı, belli bir kalıba uygun olmak zorunda bırakılan gruplar olarak tabir edilebilir. Distopik olarak tabir ettiğimiz eserlerden Fahrenheit 451 ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört gibi en bilinenlerinin II. Dünya Savaşı sonrasında yazılmış olması dikkat çekicidir. II. Dünya Savaşı’nın yarattığı kaos ortamının izlerini taşıyan eserlerde ele alınan baskıcı toplum yapılarında komünist ve faşist yönetim anlayışlarından esinlenmeler de mevcuttur.

Ray Bradbury

Ray Bradbury; Amerikalı yazar. 1920 yılı doğumlu yazarın bilim kurgu ve korku tarzlarında eserleri bulunmaktadır. 50’nin üzerinde antalojide öyküleri yayınlanmıştır. 20’den fazla tiyatro oyunu, kurgu-dışı hikaye ve televizyon senaryosu kaleme almış olan yazar, 400’ün üzerinde kısa roman ve kısa öykünün kapağına adını yazmıştır. Yazar bilimkurgu romanı yazmadığını bu alanda yazdığı tek romanın Fahrenheit 451 olduğunu belirtmiştir. Çok sonraları verdiği bir röportajda filmde devleti değil halkı eleştirdiğini, televizyonun okumaya olan etkisini, suçlu koltuğuna halkı oturttuğunu belirterek dikkatleri üzerine çekmiştir.

Bir toplum düşünün; öyle bir toplum ki bireylerin düşünme yetileri yok… Fahrenheit 451 bu durumu oldukça ön plana çıkaran bir film. Filmin esas adamı olan Guy Montag bir itfaiyeci. Evet bir itfaiyeci fakat sandığınız gibi yangın söndürmekle değil, ateş yakmakla yükümlü zira filmde itfaiye çalışanlarının görevi oldukça ilginç; kitap toplayıp yakmak. Devlet için kitap yasaklanması gereken başlıca materyal. Kitap okumak, biriktirmek toplumsal bir suç olarak lanse ediliyor ve insanların beyinleri kitapların zararlarıyla dolduruluyor. Kitapların yasaklanma nedeni ise; kitap okumanın insan düşünme gücünü tetikleyen bir unsur olması. Kitaplar sayesinde insanlar farklı bilgileri alıyor, değişik duygularını aktif hale getiriyor, sorgulama yetisini kazanıyorlar. Bu durum devlet yönetim mekanizmasının sorgulanmasına yol açabileceğinden, birlik ve beraberliği bozabileceğinden, devlet kendi hâkimiyetinin tehlike altına girmemesi için kitap okumasına karşı çıkıyor.

“Pazartesi Miller Yakarız, Salı Tolstoy, Çarşamba Walt Whitman. Cuma Faulkner, Cumartesi ve Pazar da Schopenhauer ve Sartre…”

Görevini böyle anlatıyor Montag. Kitap yakmak zevkli bir iş ve kitaplar günlere göre yakılıyor. Bu baskıcı toplumda, yasak olan sadece kitaplar değil. Devlet tarafından yayınlanan sözde eğitici olan programların yayınlandığı “Televizör” izlemek dışında diğer bilgi kaynakları da yasak. “Kuzenler” adı verilen sistem çerçevesinde, aileden atılma korkusuyla kuzenlerin birbirlerini izlemeleri en önemli etkinlik. Bunun dışında bireyler hap içip başka bir şey düşünmeden yaşamlarını devam ettiriyorlar. Beyin yıkayan, tek tip insan yaratmayı amaçlayan programlar gitgide insanları kişiliksiz hale getiriyor.

Fahrenheit 451; konusunu okuduğunuzda ya da ilk izlediğinizde fantastik gelebiliyor fakat verdiği mesajları düşündüğünüzde ve filmdeki toplum yapısı ile çeşitli dönemlere ait toplum sistemlerini karşılaştırdığınızda çok farklı noktalara gidebiliyorsunuz. Filmde; devlete körü körüne inanan ve kuzen sistemi dışına çıkmaktan korkan bireylerin durumu, bireyleri tek tip haline getirmek ve başıbozukluktan korumak için kurulan sistem dikkat çekiyor. Kitapların geçmiş ve günümüzde suç unsuru olarak hep yok edilmeye çalışıldığı gerçeği, böyle bir sisteme muhalif olan bireylerin tutumları ve gördükleri tavır, sizi ister istemez geçmiş ve günümüzdeki durumlar hakkında sorgulama yapmaya götürüyor. Kitapların devlet tarafından suç unsuru olarak görülmesini tarihin bir tekerrürü olarak görüyoruz: Ortaçağ dönemindeki yaklaşımlarda da, putperestliği yayan kitapların olduğu bahane edilerek İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması gibi.

Devletini sorgulamayan, daha açık bir tabirle düşünemeyen bireyler yaratma çabası da devletlerin tarihsel süreçleri göz önünde bulundurulduğunda takdire şayan nitelikte. Bu konuda enteresan gelebilecek iki örnek; Roma döneminde işsiz nüfusun devlete karşı başkaldırısını önlemek için arenada gladyatörlerin dövüştürülmesi ve 1930’larda Portekiz diktatörü António de Oliveira Salazar’ın sarf ettiği “Futbol olmasaydı, ülkeyi yarım saat bile yönetemezdim” sözü. Her iki örnekte de devlet tarafından bireylerin tehlike arz etmemeleri için nasıl oyalandıklarını görebiliyoruz. Bu oyalama yöntemlerinin türevlerini yaşadığımız dönemde de görebilmek mümkün aslında. Örnek olarak; bilgi aktarımı hususunda faydası tartışılacak düzeyde az olan bazı televizyon programlarının etki alanlarının büyüklüğü ve yüksek izlenme oranlarını gösterebiliriz. Yine hayati önem taşıyan birçok mevzu varken günlerce meşgul olduğumuz suni gündemleri de unutmamak lazım.

Montag’ın sisteme sadık bir itfaiyeci olması, kendi eliyle kitapları yakmasına karşın yine de kitap okuma arzusunu da bastıramaması, muhalif karakterde bir kıza âşık olması, kendi evinde kitap biriktirmesi, saygı duyulan bir kişilikken bir toplum suçlusu haline gelmesine dek geçtiği aşamalar ilgi çekiyor.

Fahrenheit 451 işte bu sorgulamaları yapabilmeniz için zihninizde ufak da olsa bir ışık yakıyor. Montag’ın sisteme sadık bir itfaiyeci olması, kendi eliyle kitapları yakmasına karşın yine de kitap okuma arzusunu da bastıramaması, muhalif karakterde bir kıza âşık olması, kendi evinde kitap biriktirmesi, saygı duyulan bir kişilikken bir toplum suçlusu haline gelmesine dek geçtiği aşamalar ilgi çekiyor. Kitapların insanını duygusal dünyası açısından da öneminin vurgulandığı film yine mesajlar vererek son buluyor. Muhalif grupların kitapları geleceğe taşımak için buldukları yöntemi şaşkınlıkla ve tebessümle izliyorsunuz.

Roman mı filmi mi daha etkileyici?

Fahrenheit 451 film olarak romandan biraz daha farklı. Bu noktada yönetmen François Truffaut’un kendi yorumunun izleri var. 112 dakika olan film; çekildiği tarih de düşünüldüğünde oldukça başarılı çekim tekniklerine sahip. İngiltere’nin o dönem ki atmosferinin de izleyiciyi etkisi altına aldığı bir gerçek ve başrol oyuncuları; Julie Christie ve Oskar Werner rollerinde oldukça başarılılar. Buna karşın kitabının daha etkileyici olduğunu belirtenlerin çoğunluğunu da dikkate almakta yarar var.

Fahrenheit 451; eğer bilim kurgu filmlere ilginiz varsa, baskıcı rejimler hakkında sorgulama yapmak istiyorsanız ve kitapların bilgi aktarımı ve insanın duygusal dünyasına katkısı açısından önemini anlamak istiyorsanız mutlaka izlemenizi tavsiye edebileceğimiz bir film. Bundan 45 yıl önce çekilen bir filmin ön gördüğü toplum yapısının günümüz toplum yapıları içerisinde kısmen de gözlenebildiğine dair beyninize üşüşen fikirler sizi gelecek yıllar hakkında da düşünmeye sevk ediyor.

Kaynaklar: Biyografi.info, Wikipedia

BİLGİ OLGUDADIR: POZİTİVİZM

$
0
0

Felsefe tarihinin en bilinen akımlarından biri olan “pozitivizim” diğer bir ifadeyle “olguculuk” 19. yüzyılda belirginleşen ve günümüzde hala tartışılan bir felsefe sistemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu inceleme yazısıyla; bir dönemin önemli akımlarından biri olan pozitivizmin tarihsel gelişimini, bu akımın önemli temsilcilerini, akıma karşı geliştirilen karşıt görüşleri ele almak istiyoruz.

Pozitivizm; araştırmaları olgulara dayandıran, metafiziği reddeden, en güvenilir bilginin deneyler yoluyla elde edinilebileceğini savunan felsefe öğretisi ve akımıdır. Bir felsefe geleneği olarak eski yunan sofistlerine ve 3.yüzyıl düşünürü Sextus Empiricus’a kadar geriye gittiği de belirtilmektedir. Bu akımın temsilcisi bilim adamı Fransız Sosyolog ve Filozof Auguste Comte’dur. Bilimin olgulara dayalı verilerle olması gerektiği vurgusundan yola çıkan Comte pozitivizmi ömrü boyunca savunmuştur. Akımın temsilcisi Comte olsa da bu terimi ilk kullanan filozof Auguste Comte’un da hocası olan Claude Henri de Saint Simon ’dur.

Claude Henri de Saint Simon ve Pozitivizm

Henri de Saint-Simon

Fransız sosyalizminin kurucusu olan Henri de Saint Simon 1760-1825 yılları arasında yaşamış Fransız filozof ve iktisatçıdır. Bilimsel bilginin baskın olduğu bir toplum bilimi olması gerektiğini vurgulaması nedeniyle pozitivizmi ilk dile getiren filozof olduğu söylenebilir. Saint Simon’a göre batı toplumlarının geçirdiği teolojik, feodoral dönemlerden sonra endüstriyel çağ ile pozitivizm toplumlar için tek çözümdür. Aydınlanma ile birlikte pozitif bilim çağı başlamıştır ve uygarlıkların devamını sağlayacak olan toplumsal kuram, diğer bilimlerin (fizik, kimya…) yöntemlerini benimseyen ve olgulara dayalı olan bir kuram olacaktır. Toplumsal yaşam gözleme dayalı olmalı, ortaya çıkan bilgi somut verilerden oluşturulmalıdır.

Saint Simon’un savunduğu pozitivizim kavramını; Ortaçağ’daki kısıtlayıcı ve baskıcı teolojik yapıya tepki olarak da yorumlamak mümkündür. Ortaçağ’da mevcut olan teolojik sistem yüzünden bilimsellik ön planda olamamış, toplumsal yapıda da bozukluklar görülmüş, baskıların yarattığı kaos ortamı yeni fikirlerin ortaya çıkışına neden olmuştur. Pozitivizm de bu noktada metafizik ve teolojiyi reddederek toplumun en güvenilir bilgi ile gelişimini sağlayacak öğreti olarak Saint Simon tarafından öne sürülmüştür.

Auguste Comte ve Pozitivizm

Gerçek adı; Isidore Marie Auguste François Xavier Comte olan Auguste Comte 1798 -1857 yılları arasında Fransa’da yaşamıştır. Sosyolojinin kurucusu olarak bilinen Auguste Comte aynı zamanda matematikçi ve filozoftur. Pozitivizm denildiğinde akla ilk gelen isim olan Comte, Saint Simon’un öğrencisidir.

Aguste Comte, pozitivizmi insanlığın geçirdiği üç halin sonuncusu olarak görmüş, hatta pozitivizmi katolik inançlarla uyuşturmaya çalışarak onu bir din haline dönüştürmeye çalışmıştır.

Comte’un pozitivizm akımını savunurken Fransız İhtilali’nin yarattığı karışık toplum yapısına çözüm arama ihtiyacı içerisinde olduğu söylenebilir. Toplumun yeniden düzenlenmesinde kullanılacak bilgi pozitif bilgi olmalıdır. Deney ve gözleme dayalı bilgiler belli bir sistem dâhilinde din, siyaset gibi alanlarda kullanılmalıdır. Olgular araştırılmalıdır ve olgular arasındaki sabit ilişkiler gözlemlenmelidir. Bilgiye ulaşma sadece deney ve gözlem yoluyla olmalıdır ve bilginin doğruluğu duyular ile kanıtlanmalıdır. Yani bilinmezliklere(numen), metafiziksel varsayımlara yer yoktur ve metafizik bu noktada pozitivizm alanından ayrılmaktadır.

Comte yaşadığı dönemi bilgi çağı olarak nitelendirmiştir. İnsanlık yüzyıllar boyunca çeşitli aşamalardan geçerek bilgi çağı dönemine ulaşabilmiştir. Bilgi; insan düşünüşündeki farlılıklar sayesinde evrim geçirmiştir. Comte insanlığın geçirdiği süreci “Üç Hal Yasası” ismini verdiği bir yasa ile açıklamaktadır. Bu yasa şu şekildedir:

1.    Teolojik dönem: Dinsel doktorinlere bağlı kalınan dönemdir. Bu dönem üç basamak olarak gelişmiştir.

1. basamakta; insan çevresindeki herhangi bir materyale anlamlar yüklemiş, onu akıllı olarak nitelendirmiştir. Bunu “Putperestlik” olarak da nitelendirebiliriz.

2. basamakta; insan yaşadığı olayların kendisinin göremediği güçler tarafından gerçekleştirildiği inancını benimsemiştir. Yani “Politeizim(Çok tanrıcılık)” ortaya çıkmıştır.

3.basamakta ise; gücün tek bir varlığa ait olduğu düşüncesi ortaya çıkmıştır. “Tek tanrı” inancı yerleşmiştir.

2.    Metafizik dönem: Bu dönem soyut gücün ön planda olduğu dönemdir. Soyut güçten kastedilen; evreni yöneten insanlardan bağımsız bambaşka bir güçtür.

3.    Pozitif (olgusal) dönem: Bu dönem Ortaçağ sonunda başlayan bilimin ön plana çıktığı dönemdir. Olgusal bilgi mutlak doğru bilgidir, felsefe de böyle bir dönemde olgusal bilgi üzerinde şekillendirilmelidir. Düşünce yapısı teolojik ve metafizikten ayrılarak olgulara dayalı olmalıdır. Pozitivist anlayış felsefe içerisinde metafiziğin yerini almalı, diğer felsefelerden ayrılarak yapıcı bir felsefe yani bilim felsefesi oluşturulmalıdır.

Comte’a göre bilim görünmezleri, örnek olarak; ruhu açıklayamaz, sadece betimleyebilir. Bu noktada olgusalcılık kavramı içerisinde yine de bilinmezlikler yer almaktadır.

Comte gözleme dayalı olarak toplum yapısının uğradığı değişiklikleri açıklamaya çalışmıştır. Bu açıklamayı “Bilimlerin Hiyerarşisi” başlığı altında yapmıştır.

Bilimlerin Hiyerarşisi’ne göre sıralama şu şekildedir;
1.    Matematik
2.    Geometri
3.    Fizik
4.    Kimya
5.    Biyoloji
6.    Sosyoloji

Bu sıralamada şöyle bir mantık vardır; her bilim kendinden önceki bilimi kapsamış ve matematikten sosyolojiye ulaşılmıştır. Bu durumda sosyolojinin kendinden önceki tüm bilimleri kapsadığı sonucuna ulaşılmaktadır.

Comte bilimleri “Soyut Bilimler” ve “Somut Bilimler” olmak üzere ikiye ayırmıştır. Hiyerarşik düzende ifade ettiği bu bilimleri soyut bilimler olarak nitelendiren Comte bunlara karşılık gelen somut bilimler de olduğunu vurgulamıştır. Bu somut bilim ve soyut bilim arasındaki ilişkiye bir örnek olarak; Biyoloji (Soyut bilim) ve Botanik (Somut Bilim) verilebilir. Soyut bilim olarak nitelendirdiği bilimler olguların yasalarıyla ilgilenmekte, somut bilimler ise bu yasalara tabi olan varlıklarla ilgilenmektedir. Toplum da yine ikiye ayrılmaktadır; “Statik Toplum” ve “Dinamik Toplum”. Statik toplum yasalarla ilgilenirken yani soyut bilimi temsil ederken, dinamik toplum bu yasaların toplum üzerindeki etkilerini incelemekte ve somut bilimi temsil etmektedir.

Comte toplum üzerine yaptığı çalışmalarda tümevarım yöntemini kullanarak bilgiye ulaşmaya çalışmıştır. Yani olgulardan yola çıkarak genelleme yapma çabası içerisinde olmuştur. Toplum sisteminin temeli olan bireyin öznellikten sıyrılarak toplumsal bütünlüğe ulaşma amacı beş düşünsel görev ile mümkündür. Bunlar;

1.    Bütünleme
2.    Çözümleme
3.    Genelleme
4.    Sistemleştirme
5.    İlişki kurmadır.

Comte bu görevlerinin tümünü “Beyin Kuramı” olarak nitelendirmiş ve bu kuramın toplumsal mekanizma içerisinde olması gerektiği sonucuna varmıştır. Yeni bir sistem olarak ortaya attığı “İnsanlık Dini” temelinde sevgi olan olgusal bir yönetim anlayışını ifade etmektedir. Yaratıcı güç yerine sadece topluma inanmayı savunan Comte bireysel bir yaşam yerine kolektif bir yaşamın öne çıkması gerektiğini vurgulamıştır. Ortaya attığı bu yeni din anlayışının katolik inancına karşıt da olsa Comte, katolik inancının unsurlarını pozitivist yaklaşıma uyarlamaya çalışmıştır.

Örnek olarak; pozitivist tapınakların kurulması, özel günlerin benzer tarihlere denk getirilmesi ve kutsal üçlemeye karşı “gök-insanlık-dünya” üçlemesi ilgi çekicidir.

Comte savunucusu olduğu pozitivizmi kendi hayatı boyunca başarılı bir şekilde temsil etmiştir. Kuşkusuz getirdiği bu yaklaşımın toplum yapılarının incelenmesinde önemli faydaları vardır. Fakat toplumsal yapı gibi değişkenliği fazla olan bir sistemde pozitivizmin mutlak doğru olup olmadığı görecelidir. “Temelinde insan olan toplumun sadece pozitivist yaklaşımla yorumlanması mutlak bilgiye ulaştırabilir mi?” sorunsalı önemlidir.

Comte sonrası pozitivizim: Mantıksal Pozitivizm

Moritz Schlik: 1882-1936 yılları arasında yaşayan Alman düşünür. Viyana çevresinin kurucularından olup zamanın önemli mantıkçı pozitivistlerindendir.

Mantıksal pozitivizim, Comte tarafından savunulan pozitivizmin devamı niteliğinde olsa da değişikliklerin de gözlemlendiği, Viyana çevresindeki filozoflar tarafından savunulan bir sistemdir. Bu filozoflara “Mantıkçı Empiristler” de denilmektedir. Bu akımın başlıca temsilcileri; Moritz Schlick, Rudolf Carnap, Otto Neurath ve akımın yayılmasında önemli rolü olan Ernst Mach’dir.  Yine John Stuart Mill, Herbert Spencer, Bertrand Russell gibi düşünürler de mantıksal pozitivizmin güçlü savunucularındandır.

Mantıksal pozitivizmde; klasik pozitivizmde savunulan, “bilginin olgulara bağlı olarak deney ve gözlemle elde edilmesi” fikri devam ettirilmiştir. Fakat bu akımda “dil” ve “mantık” olmak üzere iki ayrı alan mevcuttur. Şöyle ki; pozitivizmin deney ve gözleme dayalı elde ettiği bilimsel bilgi kabul edilmektedir fakat deney ve gözlemin dışında kalan bilinmezlikler için metafizikten arındırma gerçekleştirilmelidir. Felsefenin alanı; dil çözümlemeleri olmalıdır, buna bağlı olarak mantıksal önermeler oluşturulmalıdır.

Mantıksal pozitivizmin iki önemli görevi vardır ki bunlar; felsefeye bilimsel bir nitelik kazandırmak ve metafiziksel öğelerin kurumsal olarak arındırılmasını sağlamaktır. İki temel sorun ele alınır; “anlam” ve “anlamsızlık”. Bu sorun “bilişsel anlamlılık” ilkesi altında ele alınmaktadır. Burada mantıkçı pozitivistlere göre; olgulara dayalı önermeler anlamlıdır, bunların dışında kalan, deney ve gözlemle kanıtlanamayacak bilgiler ise anlamsızdır. Bilgi için “doğrulama” çok önemlidir. İlk yapılan doğrulama pozitivizmin klasik yaklaşımı olan duyular yoluyla doğrulamadır. Bu yolla doğrulanamayan her şey metafiziktir. Mantıksal pozitivistler için temel görev; metafizik olarak kabul edilen bilgileri metafizikten arındırma ve bilimsel ilkeler ışığında açıklayabilmedir.

Mantıksal pozitivizm bilişsel anlamlılık, doğrulanabilirlik ilkelerinin yanı sıra tümevarım, karşılaşım(denklik) ilkelerini de öne sürer.

Tümevarım ilkesinde; bir olguyla ilgili genelleme yapılarak kesin bilgiye ulaşma çabası vardır.

Karşılaşım(denklik) ilkesinde ise; bir önermenin bilimsel olabilmesini sağlamak için, önermenin matematiksel bir mantığa sahip olması ve önermeyi oluşturan ifadelerin gözlemlenebilecek nitelikte olmasına yönelik çaba mevcuttur. Bu ilke sayesinde matematiksel işlemlerde teorik ifadeler, gözlemsel ifadeler halinde değerlendirilmektedir.

Mantıksal pozitivizm, 1920’lerde baskın bir akım olmuş Viyana ve çevresindeki filozofların adlarını felsefe tarihi içerisine yazdırmıştır fakat zaman içerisinde etkisini yitirmiştir. Etkisini yitirmesinin nedenleri; doğrulama ilkesinin tam olarak gerçekleştirilememesi, kesin bir formülleşmeye ulaşılamaması, mantık ve matematiksel sistemde ele alınan önermelerin çözümleyici olup olmadıklarına dair duyulan kuşkulardır.

Pozitivizme karşıt görüşler

Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831)

Pozitivizmin barındırdığı boşluklar ve tüm düşünce sisteminin ampirik bilgi üzerine kurulması, gelenek gibi dogmaların göz ardı edilmesi pozitivizmin etkinliğinin sorgulanmasına neden oluştur. Bu durum kuşkusuz anti-pozitivist yaklaşımları da beraberinde getirmiştir. Diğer felsefe akımlarının temsilcilerinden pozitivizme yönelik çeşitli eleştiriler gelmiştir. Bu karşıt görüşlerden bazıları şu şekildedir:

Frankfurt Okulu’ndaki düşünürlere göre; pozitivizm insanın sosyal davranışını yeterince inceleyememiştir. Çünkü sosyal davranış kişiye bağlı olarak değişkendir. Sosyal davranışın mutlak doğruluğu üzerine yorum yapılamaz, bu göreceli bir durum olabilir.

Erich Fromm’a göre;  pozitivizm toplumu analiz etmek için yeterli bir sistem değildir. Toplumsal gelişimi takip etmek için ruhbilim de önemlidir. Psikanaliz yöntemlerinin uygulanması gereklidir. Bu noktada ruhbiliminin getirdiği sonuçların pozitivist bilim anlayışı ile uyuşmayacağı sonucuna varılabilir.

Dilthey’e göre; gerçeklik sadece olgularla sınırlandırılamaz. İnsan dünyası, olgulardan ayrıdır. Olgulara dayalı bilgiler görülür, mutlak doğru olarak nitelendirilebilir, fakat insana ait bilgi matematiksel verilerle açıklanamaz, bu bilgi insanın bilincinde gizlidir. Bu bilgiye ulaşmak için duyguların incelenmesi gereklidir.

Nihilizm akımını temsil eden Nietzsche’ye göre; toplumun temelini oluşturan insan davranışları belirli olgusal verilere dayalı değildir, insanın davranışları etkileyen prosedürler olmamalıdır. İnsanın davranışlarını belirleyen yine insanın kendisidir.

İdealizm akımını temsil eden Hegel’e göre; metafizik önemlidir. Bilgi düşünce yoluyla sağlanmalıdır. Varlık bir bütündür, nesnel olarak kabul görmeyen bilgi düşünce yoluyla doğrulanabilir. Metafizik göz ardı edilemez. Bilgiye ulaşmada sadece nesnel veriler yeterli değildir.

Romantizm akımının temsilcisi Kant’a göre; bilime karşı olunmalıdır. İnsan bir ruha sahiptir ve duygularıyla varlığını sürdürür. Bilimsellik ise insanın kendisini sınırlandırmasına yol açmaktadır. Bu nedenle mutlak bilgi insanın ruhunda aranmalıdır.

Fichte’e göre; olgulara dayalı veriler yeterli değildir. Ahlak, bilinç gibi soyut unsurların ele alınması gereklidir.

Sonuç

Pozitivizm 19. yy. ve 20.yy.’da önemli bir akım olarak karşımıza çıksa da günümüzde etkisi süren bir akım değildir. Bilim ve teknoloji alanlarında pozitivist anlayışla karşılaşsak da sosyal bilimler alanında pozitivizmin yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir. Doğa bilimlerinde yararlanılabilen pozitivist yaklaşımın, temelini değişkenlik gösteren insanın oluşturduğu toplum sisteminde mutlak bilgiye ulaştırması kuşkuludur. Toplumlar farklı ahlak, inanç sistemlerine sahiptir. Pozitivist bir yaklaşım incelemelerin belli bir sistem dâhilinde olmasını sağlayabilir fakat topluma dair genellemeye götüremez. Toplum hakkında varılacak yargılara ulaşılırken sadece deney ve gözlem yeterli olmayacaktır, soyut unsurların da ele alınması gereklidir.

Pozitivizm; gerek savunduğu fikirlerle gerek felsefe tarihine kazandırdığı önemli isimlerle gerekse de karşıt olarak geliştirilen düşüncelerle önemlidir. Pozitivizm üzerine yapılan araştırmalara dayanarak şunu belirtebiliriz ki; savunucularından ziyade akımın karşısında olanlar tarafından daha çok ele alınan bir konu olup hakkında konuşturmaya devam ettirmektedir ve muhtemel olasılık gelecekte de konuşturmaya devam ettirecektir.

Kaynaklar:

  • Sönmez, Veysel. (2010). Auguste Comte(1798-1857) Pozitivizm(Olguculuk). Dokuz Eylül Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Elektronik Dergisi, 3(3), 161-163
  • http://www.filozof.net
  • http://tr.wikipedia.org
  • http://dusuncedunyasi.net
  • http://www.felsefe.net

2012’den M.Ö 3500’lere Yolculuk: Sümerler

$
0
0

“Bu güzel ülkemize her taraftan göz diktiler. Göklere uzanan basamaklı kulelerimizin, görkemli tapınaklarımızın, arı gibi işleyen çarşılarımızın, her tarafa ulaşan kervanlarımızın, dümdüz uzanan yollarımızın, boy ürün veren tarlalarımızın, nehirlerimizde ve açtığımız kanallarda salına salına yüzen teknelerimizin, dolup taşan iskelelerimizin, her tür bilgiyi veren okullarımızın ünü uzak ülkelere kadar yayıldığından; ilkel olan bu ülkelerin halkı kıskandı bizi. Fırsat buldukça üzerimize saldırdılar. Kentlerimizi yakıp yıktılar”

Sümer Heykelcikleri (Historywiz.com)

Okuduğunuz paragraf; Nippur’lu Ludigirra’nın anılarından bir alıntı. Yanlış duymadınız; yaklaşık M.Ö 3500’li yıllarda yaşayan Ludingirra ülkesini, anılarını yazdığı tabletlerde böyle ifade etmiş. Kendisinden sonra gelecek kuşaklara medeniyetinden iz bırakma kaygısıyla kaleme aldığı notları bir medeniyetin izlerini günümüze ulaştırmayı da başarmış.

Bu yazı sadece bir tarih yazısı değil; ismini tarihe altın harflerle yazdırmış bir medeniyete ufak bir yolculuk yapmak ve ömrünü Sümerlere adamış bir bilim insanı olan Muazzez İlmiye Çığ’dan da kısaca bahsetme amacı taşıyor.

Bir medeniyet düşünün… Bu medeniyet yaklaşık M.Ö 3500-M.Ö 2000’li yıllarda Mezopotamya’da varlık gösteren, bolluk bereket içerisinde yaşayan bir halktan oluşsun. İşte Sümerler böyle bir uygarlık olarak karşımıza çıkıyor. Mezopotamya medeniyetlerinin temelini oluşturan Sümerler yazı ve astronominin mucidi olarak tarihte önemli bir yerde bulunuyor.
Günümüzde Irak’ın güneyi olarak tabir edebileceğimiz; Dicle ve Fırat nehirlerinin kıvrımları boyunca Basra Körfezi’ne kadar uzanan topraklarda varlık gösteren Sümer Devleti, Sami kökenli olmayan bir halk tarafından kurulmuştur. Bazı kaynaklara göre bu halk; “Ubaidliler” olarak adlandırılmaktadır.Sümerlerin kökenleri noktasında net bir bilgi yoktur. Dağlık bölgelerden gelip yerleşmiş olma ihtimalleri üzerinde durulmuştur. Yerleştikleri Mezopotamya’yı dönemin en güçlü toprakları haline getiren Sümerler; tarımla uğraşan bir millettir. Bataklıkları kurutup tarım alanlarını çoğaltarak Mezopotamya topraklarını verimli hale getirdikleri belirtilmektedir.

Sümerlerin devlet yapısını incelediğimizde karşımıza şehir devletleri çıkmaktadır. Sümerlerde dinsel doktorinler ve devlet yönetiminin iç içe olduğu monarşik bir sistemin olduğunu belirtebiliriz. Bu durumu; her şehir devletinde birbirinden farklı tanrılara adanmış, bir rahip ya da kral tarafından yönetilen ve en önemli merkez olarak görülen tapınakların varlığından anlayabiliriz. Sümer şehirlerinden bazıları şu şekildedir; Kiş(İnharra), Uruk(Warka), Ur(El-Muqayyer), Nippur(Afak), Lagaş(El-Hiba) …vb. Yapılan araştırmalarda Sümer Devleti’nin en güçlü döneminde yaklaşık 35 şehir olduğu belirtilmektedir. Şehirler surlarla çevrilerek korunmuştur.

Sümerlerde toplum yapısına baktığımızda ise; sınıfsal farklılıkların olduğunu görebiliriz.  En güçlüden en güçsüze sınıflar şu şekildedir:

1)    Din adamları ve askerler
2)    Halk
3)    Köleler.

Bu sınıflara baktığımızda benzerlerini tarih boyunca ne kadar çok gördüğümüzü düşünebiliriz. Sümerlerde dinsel inanışların önemi anlaşılacağı üzere büyüktür. Sonraki dönemlerde din adamlarının güçlenerek kent yöneticileri haline gelmeleri hem dinsel hem de siyasi tüm işleri yürütmeleri, bir noktada Ortaçağ dönemiyle benzerlik taşımaktadır. Çok farklı coğrafi bölgelerde, çok farklı dönemlerde yaşayan toplumların benzer özelliklere sahip olması insanlık tarihi açısından oldukça ilginçtir.

Sümerler’de din olgusu

Sümerler çok tanrılı inanca sahip bir millet olarak tapınaklarına çok önem vermişlerdir. “Ziggurat” adını verdikleri tapınakları aynı zamanda onlar için sosyal merkez anlamına da gelmektedir. Ziggurat’lar üç kısımdan oluşmaktadır; ilk kat erzak deposu, orta kat; okul ve ibadethane, üst kat; rasathane. Sosyal hayatın tapınaklar etrafında şekillendiğini belirtmek yanlış olmaz. Sümerlerin en önemli tanrılarına örnek olarak;

Anu: Gök tanrısı
Enlil: Hava tanrısı
Ki: Yer tanrısı
Enki: Bilgelik tanrısı
Nimmah: Ana tanrıça
Nanna: Ay tanrısı
Utu: Güneş tanrısı
İnanna: Aşk tanrısı

verilebilir.

Evrenin oluşumuna dair Sümer bakışı

Sümer mitolojisine göre insanın yaradılışı ve evrenin yaradılışı aşama aşamadır. İlk olarak deniz vardır, deniz ve yer birleşir, kozmik bir dağ ortaya çıkar, tanrılar insan haline gelir ve Anu (Gök tanrısı) ile Ki (Yer tanrısı)’nın birleşiminden Enlil(Hava tanrısı) doğar. Enlil’in Ki’yi ele geçirmesiyle Nimmah(ana tanrıça) ortaya çıkar ve dünyanın esas şeklini ve düzeni Nimmah tarafından oluşturulur. Bu durum Gılgamış Destanı’nda da ele alınmıştır.

İnsanın yaradılışına bakarsak; insan tanrılara hizmet edilmesi için yaratılmıştır. Bilgelik tanrısı Enki’nin isteği üzerine insan, Ninmah ve Nammu tarafından dünyaya gönderilmiştir. Sümerler bu inanışa uygun olarak tarımla uğraşmayı tanrılara bir hizmet olarak görmüşlerdir.

Bir bilim devleti olarak Sümerler

Sümerlerin en eski medeniyeti oluşturmalarından, toplum yapıları ve dinsel inanışlarından bahsettik. Kuşkusuz tüm bunlar önemli fakat Sümerler dediğimizde esas önemli olan durum; bilime verdikleri önemde gizli. M.Ö 3500’lü yıllarda yaşayan bir uygarlığın evreni açıklama çabaları oldukça ilgi çekici.

Sümerlerin sulama sistemleri oluşturmalarını, tarımı geliştirmelerini, tekerleği bulmalarını ve öküzlere bağlı sabanlarla toprakları sürer hale gelmelerini ihtiyaca yönelik gelişmeler olarak yorumlayabiliriz. Ama Sümerler bunların yanı sıra farklı buluşlara da imza atmışlardır. Matematik konusunu ele aldığımızda; 60 rakamına dayalı “seksajismal sayı sistemi”ni bulmuş ve bu sistemi tüm zaman ve mekân hesaplamalarında kullanmışlardır.  Sümerlere göre ay; 30 gün, yıl; 360 gündür. Gece 12 saat, gündüz de 12 saattir. Bir yıl; 12 aydır. Dört işlemi, çarpma ve bölme cetvellerini bulmuşlardır. Yine dairenin 360 dereceye bölünmesi gerektiğini öne sürmüşlerdir. Bu bilgilere dayanarak; günümüz takvim sisteminin temelini Sümerler’e dayandırmamız kanaatimce yanlış olmayacaktır. Sümerler aritmetik ve geometrinin temelini atan medeniyet olarak kabul edilmektedir.

Sümer bilim insanları. (Kaynak: Sitchin.com)

Sümerlerin tapınakların en üst katını ayırdıkları rasathanelerle uzaya ilişkin yaptıkları çalışmalar astronomi biliminin temelini oluşturmuştur. Güneş ve ay tutulmalarını saptayabilmişler. Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter’in hareketlerini takip edip kayıt altına almışlardır. En önemli merkezlerinde rasathaneleri kurmaları ve uzaya ilişkin bilimsel saptamaları onların bilime verdikleri önemi açıkça ortaya koymaktadır. Günümüzde popüler olan burçlar da yine Sümerler tarafından ortaya çıkarılmış ve günümüze ulaşmıştır.

Alan, hacim, uzunluk ve ağırlık ölçülerini kullanan Sümerler; sütun, kubbe ve kemer yapılarını bulan ve bunları mimarilerinde kullanan uygarlıktır. Kabartmacılık, oymacılık, heykeltıraşlık, kuyumculuk yine o dönemde ortaya çıkmıştır. Çanak çömlek yapmışlar ve madenleri işlemişlerdir.

İnsanlık tarihinin en önemli buluşlarından biri olan tekerlek; Sümerlerin vurgulanması gereken buluşlarından birisidir. Tarihi kayıtlara bakıldığında ilk tekerlek tasviri; M.Ö. 3.500 yıllarına ait, Sümerler tarafından resmedilmiş bir kızakta görülmektedir.

Hukuk kurallarını da ilk kez bulan devlet yine tarihte Sümerler olarak belirtilmektedir. İlk kurallar Lugaş Kralı Urukagine tarafından oluşturulmuştur.

Çivi yazısıyla tarihe imza atmak

Sümer çivi yazısı, onların Gılgamış Destanı, Yaradılış Destanı ve Tufan Hikâyesi'ni yazabilecekleri kadar kapsamlı ve gelişmişti.

Sümerler tarihte, yazıyı bulan ilk medeniyet olarak yer almaktadır. Yazının bulunduğu tarih olarak M.Ö 2500’lü yılları söyleyebiliriz. Buldukları çivi yazısı sayesinde sonraki dönemlerde Sümerlerle ilgili bilgilere kolayca ulaşılmıştır.

Sümerler fikirler ya da sözcükler için farklı grafik semboller kullanmışlardır. Bu semboller; “İdeogram” olarak adladırılmaktadır. Yine Sümerlerin yazınsal eserlerine bakıldığında pitogramlara da rastlanmaktadır. “Pitogram” da yine bir kavramı resmetme yoluyla temsil eden semboldür, fakat sadece somut kavramları temsil eder. Örnek verirsek; bir evi, bir tapınağı…vs.

Sümerler buldukları çivi yazısı ile yazınsal alanda önemli eserler bırakmışlardır. Bunlara örnek olarak Gılgamış Destanı, Yaradılış Destanı ve Tufan Hikâyesi verilebilir.

Sümerler konuştukları dili; “Emegir” olarak adlandırmışlardır ve okullarda dil eğitimine önem vermişlerdir. Sümerce üzerine yapılan çeşitli araştırmalarda; Sümerce’nin Ural-Altay dil ailesine benzediği belirtilmekte, Türkçe ile benzerlik ve farklılıklara değinilmektedir. Bu çalışmalara örnek olarak; İbrahim Okur ve Muazzez İlmiye Çığ’ın araştırmalarını gösterebiliriz.

Mustafa Kemal Atatürk’ün de Sümerce ve Sümerler’e verdiği önem büyüktür, bunu da belirtmeden geçemeyiz. Atatürk; Sümerceyi Türkçeye yakın bulmuş, Sümerlerin Asya’dan gelmiş olabileceklerini düşünmüştür. “Sümeroloji” bölümünün kurulmasını sağlamasından, 1933 yılında Sümerbank’a bu ismi vermesinden verdiği önemi açıkça görebiliriz.

Sümerli Devleti’nin makus talihi

Sümerli Devleti yaşadığı bolluk bereket döneminden sonra maalesef güçsüzleşmeye başlamış, Mezopotamya’ya göç eden Akkadların egemenliği altına girmiştir. Son kalan Ur Kenti’nin yönetiminin de düşmesi sonucu Sümerlilerin yönetimi son bulmuştur. Bundan sonra Mezopotamya’da Sümerli olmayan farklı grupların yönetimleri söz konusudur.

Sümerlerden söz ederken Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’dan bahsetmemek olmaz. Muazzez İlmiye Çığ Türkiye’de bu alandaki az bilim adamlarından, aynı zamanda akla ilk gelen isimlerden de biri.

Muazzez İlmiye Çığ, (20 Haziran 1914, Bursa)

Muazzez İlmiye Çığ 1914 doğumludur. Ankara Üniversitesi Dil Tarih Fakültesi Hititoloji Bölümü’nden mezun olan Çığ, İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesi Çiviyazılı Belgeler Arşivi’nde 31 yıl boyunca Sümer, Akad ve Hitit dillerinde yazılmış on binlerce tableti temizleyip, sınıflamış, 74bin tabletten oluşan çivi yazılı belgeler arşivini oluşturmuş, üç bin tabletin kopyasını yapıp katalog halinde yayımlamıştır. 1972 yılında emekli olana kadar bu alanda çeşitli kongre ve çalışmalara katılan Çığ, emekli olduktan sonra da bu alandaki çalışmalarına devam etmiştir. Samuel Noah Kramer’in yazdığı, Sümerleri anlatan en ünlü kitap “Tarih Sümerlerde Başlar” kitabını yine Türkçe’ye çeviren de Muazzez İlmiye Çığ’dır. Fahri Doktora ünvanına sahip olan Çığ yazdığı 13 kitapla Sümer ve Hitit kültürlerini tanıtmaya çalışmıştır. Bu kitaplardan biri olan Sümerli Ludingirra ile Sümerli Devleti’ne orada yaşayan birinin gözüyle bakabilme imkânına sahipsiniz.

Fahri Doktora ünvanına sahip olan Çığ, yazdığı 13 kitapla Sümer ve Hitit kültürlerini tanıtmaya çalışmıştır. "Sümerli Ludingirra" kitabı Sümer Devleti’ne orada yaşayan birinin gözüyle bakma şansı tanır.

Yazının girişinde anılarından bir alıntı okuduğunuz Sümerli Ludingirra kuşkusuz çivi yazısını etkili bir şekilde kullanan biri. Kendisi bir öğretmen, 70 yaşına geldiğinde ülkesinin gelecekte unutulmaması için bir şeyler yapmanın gerekli olduğuna inanıyor ve anılarını yazmaya başlıyor. Bunu neden yaptığını bir de kendisinden öğrenelim;

“Ben küçük bir adamım, bunu önlemek elimden gelmez diye yakınıyordum. Bir gün birdenbire aklıma geldi. Ben bir yazar olduğuma göre, ulusumuzun bulduklarını, başardıklarını, geçmişimizi, geleneklerimizi, ne kadar uygar olduğumuzu, gerek Sümerliliklerini unutmaya başlayan gençlerimize, gerek daha sonra gelecek kuşaklara neden yazılarımla bildirmeyeyim dedim ve yaşamöykümü yazmaya karar verdim. Böylece her tarafa, herkese, her çağa ulaşacağımı umut ediyorum”

Ludingirra’nın bu ifade ettiklerinin tamamı bir kurgu değil, gerçek. Bunları bize ulaştıran Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ.“Sümerli Ludingirra” isimli kitabında incelediği tabletlerden derlediği Ludingirra’nın anılarına yer vererek o döneme farklı şekilde bakmanızı sağlıyor.

Ludingirra’dan son olarak:

“Bizim uygarlığımız belki binlerce yıl sonra yaşayan insanlara da geçecek. Bizim attığımız temeller üzerine yenilerini koyacaklardır. Ah! Onlar da bizi hatırlayıp bıraktığımız kültür mirası için teşekkür edebilseler.”

Ludingirra’ya Sümerler tarihini incelediğinizde şaşkınlıkla katılıyorsunuz. Kültür seviyesi yüksek, bilimsel yenilikleri gerçekleştiren bir medeniyetle günümüz medeniyetleri arasındaki benzerlikleri görüyor ve karşılaştırma yapma imkânına sahip olabiliyorsunuz. Günümüzde sahip olduğumuz teknolojik ve sosyolojik bazı imkânlarımızı onların medeniyeti sayesinde kazandık, bunu ön gören Ludingirra’ya hayran kalmamak imkânsız. Mezopotamya’nın bu güçlü, bilgili toplumunun buluşlarının tarihimizde önemli bir yere sahip olduğu bir gerçek. Sümeroloji biliminin devamının ve gelişiminin desteklenmesi bu noktada büyük önem arz ediyor.

ANTİKÇAĞ BİLİMİNİN KALBİ: İSKENDERİYE KÜTÜPHANESİ

$
0
0

Eski İskenderiye’ye ait temsili resim

Akdeniz’in kalbi Mısır’da bir kent… Bu kentte Antikçağ’ın en ünlü bilim merkezi…Karşınızda Antikçağ’ın İskenderiye Kütüphanesi. 

 

İskenderiye… Daha çok tarih derslerinde ismini duyduğumuz, adını Büyük İskender’den alan, feneriyle ünlü, Mısır’da bir liman kenti ama aynı zamanda bir dönemin ünlü bilim adamlarına ev sahipliği yapmış bir bilim yuvası olmasıyla da bilim tarihi için oldukça önemli bir yere sahip bir kent.

Bu yazıda İskenderiye’nin nasıl bir bilim merkezi haline geldiği, İskenderiye Kütüphanesi’nin ve müzesinin kapsamı, burada hangi bilim dallarında çalışmaların yapıldığı, kütüphanenin nasıl yakıldığı hakkında kısaca bilgi vermek istiyoruz.

Bundan yüzyıllar önce Büyük İskender’in başa geçmesiyle Akdeniz’de güçlü bir dönem başlamış, onun kurduğu İskenderiye de önemli bir liman kenti olmuştur. Büyük İskender’in ölümünden sonra yönetimi ele geçiren Ptolemaios I. Soter’in ilk olarak İskenderiye’de bir kütüphane ve müze kurması  bu liman kentini aynı zamanda bir bilim kenti haline getirmiştir. Tarihe baktığımızda bilimsel gelişmelerin ortaya çıkışı büyük ölçüde toplumların bilime olan yaklaşımları ve yöneticilerin bilimi desteklenmelerine bağlıdır. Soter’in İskenderiye’de bilimin gelişimini destekleyici olarak kütüphane ve müze kurması bu noktada oldukça ilgi çekicidir.

İskenderiye’nin kütüphane ve müzesi o dönemin en ünlü merkezi haline gelmiştir. Bir kütüphane düşünün; bu kütüphanede ve ona bağlı müzede o dönem bilinen tüm ülkelerdeki hayvan ve bitkilerin bir örneği olsun, rasathane ve botanik bahçesi kurulsun ve içerisinde farklı bilim dallarının öğretildiği evler olsun. Böyle düşünüldüğünde kütüphane ve müzenin büyük bir kompleks yapı oluşturduğunu söyleyebiliriz. Helenistik kültürün temelinin atıldığı bir kent olan İskenderiye’nin o dönem gözde olmasını sağlayan şey; bu kütüphane ve müze olmuştur.

Antikçağ’da en büyük dermeye sahip kütüphane

İskenderiye Kütüphanesi’nin içine dair temsili resim

İskenderiye Kütüphanesi Antikçağ’ın en büyük dermesine sahip kütüphanesi olmuştur. Yaklaşık olarak 900.000 el yazmasına sahip olduğu belirtilen kütüphanede geniş bir çalışan kadrosu da yer almıştır. Eserlerin papirüslere yazılarak rulo şeklinde saklandığı belirtilmektedir.

Kral tarafından desteklenen kütüphanenin yayınevi görevi de görmüş olduğu rivayet edilmektedir. Yunan, Akdeniz, Ortadoğu, İran gibi medeniyetlere ait pek çok el yazması eserin Yunanca çeviri ve kopyaları burada hazırlanmıştır. İskenderiye Kütüphane’sinin dermesini geliştirmeye büyük önem verilmiş,  gerektiğinde uzak bir yerden bir el yazması eser alabilmek için büyük meblağlar ödenmiştir.

 

İskenderiye Kütüphanesi sayesinde bilimin gelişimi     

İskenderiye gerek coğrafi konumu gerekse kütüphanesi sayesinde dönemin ünlü bilim adamlarının merkezi haline gelmiştir. Kütüphane olarak adlandırdığımız komplekste yer alan bilim evleri farklı branşlardan birçok bilim adamını ağırlamış ve bilimin gelişiminde önemli rol oynamıştır.

Bu bilim adamlarının bazılarına örnek verecek olursak; ilk söz etmemiz gereken isim; Öklides’tir. Öklides kütüphane içerisinde en büyük matematik okulunu kuran, Batı’da geometri eğitiminin temelini oluşturan “Elementler” ( Stoikheia) adlı eseri hazırlayan isimdir.

Apollonios da matematik okulunun önemli bir üyesi olmuştur. “Konikler Hakkında” isimli kitabında elips ve parabolleri inceleyen Apollonios bu eseriyle sonraki dönemler için önemli bir yere sahiptir. Bunun yanı sıra irrasyonel sayılarla da ilgilenmiş, astronomiye de ilgi duymuş ve özellikle ay üzerinde çalışmalar yapmıştır.

İskenderiye Kütüphanesi’nin önemli bilim adamlarından Arkhimedes’in temsili fotoğrafı

Arkhimedes; Mekanik okulunu kurmuş ve “Arkhimedes Burgusu”nu bulmuştur. Arkhimedes Burgusu; su çekmeye yarayan, içinde helezon şeklinde silindirler olan bir alettir. Mekanik dahisi olarak anılan Arkhimedes’in bir rivayete göre gök cisimlerini resmetmek için gökküreler, bir cins plantaryum inşa ettiği söylenmektedir. Matematik alanında da deha olan Arkhimedes dairenin alanını hesaplamada kullanılan “pi” sayısını da bulan kişidir. Yine su saatlerini bulan Ktesibios ve daha çok mekanik oyuncaklarla ilgilenen Hero da mekanik okulunun önemli temsilcileri arasında yer almıştır. Bu okulda yol uzunluğunu ölçmeye yarayan “Odometre”, yer ölçümü için kullanılan “Dioptra” gibi aletlerin bulunması oldukça önemlidir.

İskenderiye Kütüphanesi tıp alanında da önemli isimlere ev sahipliği yapmıştır. Bu isimlerin başında Herofilos gelmektedir. Herofilos pratisyen hekim ve hoca olarak büyük ün kazanmış bir isimdir. İskenderiye içerisinde yaptığı kadavra incelemelerinin yanı sıra beyin, sinir sistemi, nabız, perhiz gibi alanlarda yaptığı incelemeler de önemlidir. Herofilos’tan sonra şüpheli ölümlerden sonra ölüm nedeninin bulunması için otopsi yapılması gerektiğini öne süren ve solunum üzerine araştırmalar yapan Erasistratos, tıp alanındaki bir diğer önemli isim olmuştur.

İskenderiye Kütüphanesi bünyesinde astronomi ve bu alanda çalışmalar yapan bilim adamlarına da değinecek olursak; bu isimlerin başında Baş Kütüphaneci Eratosthenes’in olduğunu söyleyebiliriz. Eratosthenes’in yer yuvarlağına dair yaptığı gözlemler, güneş üzerine yaptığı çalışmalar önemlidir. Yazdığı “Coğrafya” isimli eseri uzun süre temel eser olarak kullanılmıştır.  Yine önemli bir gözlemci astronom olan Hipparkos ve Batlamyus astronomi okulunun diğer önemli temsilcileri olmuşlardır. Batlamyus’un optik üzerine yaptığı incelemeler, Yunan astronomisinin geniş bir özeti niteliğinde de olan eseri “Almagest” bilim tarihi açısından önemlidir. Yine geometri alanında da önemli çalışmalara imza atmıştır.

İskenderiye Kütüphanesi tüm bu çalışmalar ve bilim adamları sayesinde diğer bölgelerden gelen farklı gruplara da dönem dönem ev sahipliği yapmıştır. Kütüphane içerisinde bulunan okullar aynı zamanda dışarıdan gelenlere ders verilen kurumlar olmuştur.

 

Bilimin tarihinin talihsiz olayı; İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması

İskenderiye Kütüphanesi’nin temsili resmi

Kitaplar tarih boyunca bilginin kaynağı olarak, en değerli materyallerdir fakat olumsuz bir durumda da ilk zarar gören de yine onlardır. Tarih boyunca farklı coğrafyalarda olsa da benzer durumlarla karşılaşmak dikkat çekicidir. Antikçağ’ın büyük bilim merkezi; İskenderiye Kütüphanesi’nin sonu trajik olmuştur; kütüphane yakılmıştır. Kütüphanede bulunan el yazmalarının büyük bir kısmı bu şekilde yok olmuştur.

Kütüphanenin yakılmasına ilişkin çeşitli savlar öne sürülmektedir. Bunlardan en bilineni; Mısır’ın M.Ö 47 yılında Julius Sezar tarafından kuşatıldığı sırada kütüphane zarar görmüş, eserlerin birçoğu yok olmuştur. Bu olaydan kurtulan diğer kaynakların ise hristiyan inancına geçildikten sonra, paganizmi yayan nitelikte olmaları nedeniyle yok edildikleri belirtilmektedir. Bu olayın olduğu tarih 391 yılı olarak belirtilmekte ve kütüphaneden kalan tüm eserlerin şehrin hamamlarında yaktırıldığı söylenmektedir.

İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması; çok net bir bilgi olmasa da sonraki yüzyıllarda, farklı kültürlerde bilginin yayılmasını engellemek amacıyla yapılanlarla önemli bir benzerlik göstermektedir. Bilginin yayılması; bilgi kaynaklarının ortadan kaldırılmasıyla engellenmeye çalışılmıştır.

Günümüzde İskenderiye Kütüphanesi, eski kütüphanenin olduğuna inanılan alanda tekrar inşa edilmiş ve 2002 yılında hizmete açılmıştır. Eski kütüphaneye benzer büyüklükte inşa edilen kütüphane görkemiyle göz kamaştırsa da yitirilen değerli el yazmalarının bir benzerine sahip olmaması sebebiyle maalesef eski kütüphanenin yerini asla tutamayacaktır.

Kaynakça:

ESKİ MISIR’IN ÖLÜMSÜZ VÜCUTLAR YARATMA SANATI: MUMYALAMA

$
0
0

The Mummy (1997)

Mumya denildiğinde çoğumuzun aklına korku filmlerindeki bandajı bol mumyalar gelir. Mısır’da kazı yapan arkeologların kazara buldukları mumyanın lânetini pek çoğumuz izlemişizdir. İlk Mumya filminde şöyle bir replik geçer: ‎“Ölüm sadece bir başlangıçtır.” Bu inanca göre mumyalanan kişi (genellikle firavundur) yüzyıllar sonra rahatsız edilir, o da bunun karşılığı olarak lânetini gösterir. Biz korku film sevenler de büyük heyecanla mumyanın yok edilişini izleriz.

Film endüstrisinin beynimize işlediği mumya ve mumyacılık kavramları bunlar. Bu yazıda ise mumyaları sadece korku öğesi olarak görmenin ötesine geçip, mumyacılığın ne olduğu ve mumyaların nasıl yapıldığı hakkında bilgi vermek istiyoruz.

Mumyalama, aslında “tahnitleme”nin (İng. embalming) bir çeşididir. Bu iki kavram karıştırılsa da birbirinden farklıdır. Tahnitleme, cesedin ilâç yardımıyla muhafaza edilmesidir. Bu işlem için iç organların çıkarılması gerekmez. Mumyalama (İng. mummification) ise, çürümemesi için iç organlarını çıkardıktan sonra cesedi ilâçlama işlemidir. Çürümemesi için işlem görmüş cesede de mumya denir. Mısırlıların ölümden sonra tekrar aynı bedenlere dönüleceği inancı mumyalamanın yaygın olmasının nedenidir.

 

Mısır’da mumyacılığın gelişimi

Mumyalama tekniğinin tarihi, Eski Mısır dönemine kadar uzanmaktadır. Bulunan ilk mumya örneklerinin M.Ö 15. yüzyıla ait olduğu belirtilmektedir. Mısırlılar için ölümden sonra da bedenin muhafazası oldukça önemli olmuştur. İlk dönemlerde cesetlerin bele kadar kuma gömülerek çürümeden korunmasına çalışılmıştır. Fakat zamanla hırsızlık gibi durumlar sebebiyle kapalı mezarlar yapılmaya başlanmıştır. Oda şeklindeki bu mezarlara ölüler eşyalarıyla gömülmüştür fakat çürümenin önünde geçilememiştir. Bu durum da mumyacılığın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bilinen en eski mumyalar krallara aittir. Zaman içerisinde asiller ve halk da mumyalanmıştır.

Mumyacılık Eski Mısır’da zamanla o denli önemli hâle gelmiştir ki, buna bağlı olarak çeşitli meslek grupları ortaya çıkmıştır: Ölü yıkayıcılar, rahipler, kefen bezi üreticileri, mezarcılar, mezar süslemesi yapan ressamlar gibi. Bu grupların fazla olmasına karşın mumyalama işlemi yine de statülere göre farklılık göstermiştir. Krallara yani firavunlara halktan ayrı, çok daha özel bir mumyalama yapılmıştır.

 

Mumyalama işleminin safhaları

Mumyalama işleminin tasviri

Mumyalama işlemi çeşitli aşamalardan oluşan bir işlemdir. Belirli bir düzen dâhilinde adım adım ilerlenmiştir. Kullanılan temel madde zifttir. Mumyalama işleminin ancak hem dini hem de cerrahi birikime sahip rahipler tarafından yapılmasına izin verilmiştir.

Mumyalama işleminde ilk adım cesedin bir süre bekletilmesidir. Bu süre yaklaşık üç gündür. Bunun nedeni, organik yapı taşlarının kendiliğinden yok olmasının beklenmesi olarak açıklanmaktadır. Bekleme süresinden sonraki üç gün boyunca ise vücut potasyum dolu bir alanda bekletilir. Bu işlemden sonra ise vücuttan organların çıkarılması evresine geçilmektedir. Organların çıkarılması, mumyalama tekniğinin önemli ve zor bir evresi olarak geçmektedir. Organlar vücuttan çıkarılacaktır fakat zarar görmemeleri gerekmektedir. Bu noktada iç organlarının düzenini sağlamak için vücudun içine de potasyum verilmektedir. Kimi mumyalamalarda bu çıkan organlar da “kanope” ya da “kanopik” olarak adlandırılan çömlek ve vazolara konularak mumyayla birlikte gömülmüştür.

Organların konulduğu kanopeler

Organların çıkarılmasında ilk aşama kafatasının boşaltılmasıdır. Yani beynin parçalanarak, burun deliklerinden bir çengel ile çıkarılmasıdır. Bu işlemden sonra gözler de yerlerinden çıkarılır ve yerlerine yağlı keten bezleri, cam ya da çakıl taşı konur. Yanakların çökmemesi için de ağız içi çamurla doldurulur. Eski Mısır inancına göre kişi için önemli olan kalptir, kalp hayatın kaynağı olmuştur. Beynin bir önemi yoktur, bu nedenle ilk çıkarılan organdır.

Beynin çıkarılmasından sonra sıra diğer organların çıkarılmasına gelir. Bunun için rahip, obsidyen (bir cam türü) ile vücudun sol tarafını keserek sırayla tüm organları çıkarır. Organlar daha önce de sözünü ettiğimiz kanope içine konulur. Bir tek kalp için durum farklıdır. Kalp, mumyalanarak tekrar vücudun içine yerleştirilir. Bazı durumlarda kanope içinde gömülür.

Bir lâhit

Vücutta organlar çıkarıldığı için oluşan boşluk kokulu bitkilerle temizlendikten sonra kimyon, tarçın, soğan ile karıştırılmış saman ile doldurulmakta ve dikilmektedir. Açılan yerlerin dikilmesinden sonra vücut; keten bezi ile bandajlanmakta sonrasında ise Mısırlıların “Net-jeryt” denilen ve Kahire yakınlarındaki bir vadide bulunan “natron” tozu sodyum karbonat veya sodyum klorür (tuz) ile karıştırılan madde içinde 40 veya 70 gün bekletilmektedir. Böylece vücuttaki nem emilmekte, organik yapı antibiyotik korumaya alınmaktadır. Krallar için bu süre daha uzun tutulmuştur. Bu safhadan sonraki son işlem ise kurutma işlemidir. Kadınların mumyalarının sarıya, erkeklerinkinin kırmızıya boyanması da dikkat çeken bir husustur.

Bu işlemleri geçiren mumya için son hazırlıklar gömülmesine ilişkindir. Ölen kişinin statüsüne göre bu hazırlıklar farlılık göstermektedir. Genel olarak, mumya iç içe tabutlara konur, en son ölen kişiyi tasvir eden lâhite yerleştirilir, bu aşamada ölünün değerli eşyaları, kanope içerisindeki iç organları, onu koruduğuna inanılan küçük heykelcikler de mezara konulur. Bunların dışında önemli bir nokta da ölü kitabının konulmasıdır. Bu kitap, tanrı Osaris’in sorgulamasından geçmesi için ölen kişiye kaynak niteliğinde olacaktır. Mumyaların mezarları oda şeklindedir ve bu odalara “kurgan” adı verilmektedir

 

En ünlü Mısır mumyalarına örnekler

Mısır’da mumyacılık tarihine bakıldığında önemli Mısır krallarının mumyalarına rastlanılmaktadır. Binlerce yıl sonra bulunan bu mumyalar, yalnızca mumyacılığın bilimsel yönünü yansıtmamakta, mevcut dönemin siyasi ve sosyal durumunu da aydınlatmaktadır.

Kraliçe Hatşepsut

Bilinen en ünlü mumyalara örnek olarak iki önemli ismi verebiliriz. Bu isimlerden ilki; Kraliçe Hatşepsut’tur. Kraliçe Hatşepsut bilinen tek kadın firavun olarak Mısır tarihinde önemli bir yere sahiptir. M.Ö. 1458 yılından günümüze ulaşan bu mumya 1903 yılında Krallar Vadisi’nde bulunmuştur.

Firavun Tutankamon

Ünü oldukça büyük olan diğer isim ise Tutankamon’dur. Tutankamon’un mumyası yaklaşık 85 yıl önce Krallar Vadisi’nde bulunmuştur. M.Ö. 1323 yılında kadar hükümdar olan firavunun mezarından çıkanlar günümüzde Kahire Müzesi’nde sergilenmektedir.

Mumyacılık ve mumyalar; sosyal bilimlerin yanı sıra insan bedeni üzerindeki değişimler, ölümden sonra bedenin çürümemesi için kullanılan maddeler itibariyle bilim tarihi açısından da önemli bir araştırma konusu olmuştur. Günümüzde DNA testi sayesinde kimlikleri tespit edilebilen mumyalar (özellikle firavunlar) dönemlerinin kültürel mirasını da bugüne ulaştırmaktadır.

 

Kaynaklar

  • http://tr.wikipedia.org/wiki/Mumya
  • http://www.reshafim.org.il/ad/egypt/funerary_practices/embalmers.htm
  • http://www.ancientegypt.co.uk/mummies/story/main.html
  • http://www.tarihpedia.com/misir_mumyalama.html

FLORES’İN KÜÇÜK İNSANLARI

$
0
0

Flores Adası’nın ismini hiç duydunuz mu? İlk bakışta Endonezya’da şirin bir tatil yeri gibi görünen bu ada aslında tarih öncesi çağlarda barındırdığı, küçük insanları yani “Homo Floresiensisleri” sebebiyle arkeoloji ve antropoloji dünyasında önemli bir yere sahip.

Homo Floresiensis'lere ev sahipliği apan Flores Adası

Kayıp medeniyetler üzerinde araştırma yaptığınızda karşılaşacağınız muhtemel isimlerden biri; Flores Adası. Burada yüzyıllar önce yaşadığı tespit edilen, fiziksel özellikleri açısından “küçük” olarak tabir edebileceğimiz Homo Floresiensisler ve onların bu alanda nasıl yaşam sürdükleri konusu oldukça ilgi çekici.

Antrolopoloji ve arkeoloji alanları için ilk medeniyetler, ilk insanlar, kullandıkları aletler..vs. hakkında bilgi sahibi olmak oldukça önemlidir. Bulunan kalıntılar insanlık tarihine ışık tutar. Mısır, Mezopotamya uygarlıklarını çoğumuz biliriz, bu alanlar hala gözde alanlardır. Fakat dünyanın bilinmeyen noktalarında kazara keşifler yapmak ve aslında oldukça şaşırtıcı sonuçlara ulaşmak da mümkün. Bu durum Flores Adası için de geçerli bir durum.

Flores Adası’ndaki insanlık tarihi için önemli bir adım sayılan keşif; New England Armidale Üni­versitesi’nden Michael Morwood, Endonezya Arkeoloji Mer­kezinden R. P. Soejono ve ekibi tarafından gerçekleştirilmiştir. Ekip 2003 yılında “Liang Bua” adı verilen bir mağarada kazı çalışması yaparken 800 bin yıl öncesine ait olduğu belirtilen taş aletler ve sonrasında “Homo Floresiensis” olarak adlandırılacak olan insan kalıntılarına ulaşmışlardır. Bu önemli bir buluştur çünkü bulunan insan kalıntıları normal olarak tabir edebileceğimiz fiziksel özelliklerden oldukça küçük niteliklere sahiptir. Şöyle ki; radyometrik tespitlere göre bulunan insan kalıntılarının yaklaşık 1 metre boyunda, 25 kilo ağırlığında bir kadına ait olduğu tespit edilmiştir. Kafatasının oldukça küçük olması ilgi çeken diğer bir husustur. Kalıntıların en eskisinin 94.000 yıl en yenisinin ise 12.000 yıllık olduğu belirlenmiştir. Tüm bu bilgiler 2004 yılında Nature isimli dergide büyük bir heyecanla paylaşılmış ve yeni bir türün ortaya çıktığı belirtilmiştir.

Bu durum da insanın evrimi üzerine yeni tartışmaları gündeme getirmiştir. Bu tartışmaları ve öne sürülen savları kısaca ele alacağız fakat öncesinde homo florensis’in insanın evrimi tablosunda aldığı konumdan kısaca bahsetmenin faydalı olacağı inancındayız.

Homo Floresiensis’in aile içindeki yeri

Soldan sağa: Homo Floresiensis, Lucy (Australopithecus Afarensis), Homo Erectus ve Homo Sapiens.

Flores Adası’nda bulunan insan buluntularının yeni bir tür olduğu savı bir dönemin ses getiren konusu olmuştur. “Homo Floresiensis” olarak adlandırılan bu yeni türün Avrupalı Neandertalların doğu ayağını temsil eden; “Homo Erectus” ve modern insan olarak tabir edilen “Homo Sapiens”den önce yaşadığı “Australopithecus Afarensis” ile yakın özelliklere sahip olduğu savunulmuştur.

Homo Floresiensis’in küçük ama oldukça zeki bir tür olduğunu savunan araştırmacılar bu savlarını onların kullandıkları karışık yapıda taş aletler ile güçlendirmeye çalışmışlardır.

Homo Floresiensis’in beyin büyüklüğünün Homo Saphiens’in sahip olduğu beyin büyüklüğünün 1/3’ü olmasına rağmen zeki oldukları düşünülmektedir. Bu küçük insanların yaşadıkları çağın tehlikelerine karşı kendilerini korudukları, kullandıkları aletlere bakıldığında avcılıkla ilgilendikleri belirlenmiştir, bunların tümüne bakıldığında yüksek bir zekâyı temsil ettikleri savı güçlenmektedir.

Homo Floresiensis’e yazın ve sinema tarihinde önemli yere sahip, J. R. R. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi isimli eserinden esinlenerek “Hobbit” adı da verilmiştir. Dünya çapında bilinen önemli eserlerden biri olan bu eserde önemli karakterlerden birini temsil eden hobbitler, küçük cüsseleri ve zekâlarıyla dikkat çekmektedir. Gerçekte de hobbitlerin var olabileceğinin savunulması heyecan uyandırmıştır.

Homo Floresiensis’e dair tartışmalar

Flores Adası’nda bulunan kalıntıların daha önce keşfedilmeyen yeni bir tür mü yoksa Homo Saphiens’in farklılık geçirmiş bir türü mü olduğu sorusu keşiften günümüze kadar devam eden bir tartışmaya neden olmuştur. Yazılan bilimsel makalelerde yıllara bağlı olarak gözlemlenen farklı yorumlar ilgi çekicidir. Keşfin yapıldığı 2003 yılında kesin bir şekilde dile getirilen yeni tür bulunduğuna dair sav, yapılan araştırmalar sonucu eski etkisini yitirmiştir.

1 metre boyunda, 25 kilo ağırlığında bir kadına ait olduğu tespit edilen kafatasının oldukça küçük olması dikkat çekicidir.

Bulunan kalıntıların sadece dokuz tane olması, bu alanda kapsamlı bir fikir yürütmeyi engelleyici bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. İlk bulunan kadın iskeletinin Homo Saphiens’in uzak bir türünü temsil ettiği, LB1 adı verilen iskeletteki anormallik nedeninin “Mikrosefali” isimli bir hastalık olduğu savı güçlenmeye başlamıştır. Mikrosefali; beyinde ortaya çıkan küçük bir urun sebep olduğu bir rahatsızlıktır ve zihinsel engele yol açmaktadır. Bu kuramı destekleyen anatomist Maciej Henneberg mikrosefalik kafatasıyla LB1 arasında muhtemel benzerlikleri vurgulamıştır. Ama az sayıda bulunan iskeletlerden yola çıkarak bir medeniyetin tamamında mikrosefali rahatsızlığının var olduğunu söylemek mümkün değildir.

2005 yılında Homo Floresiensis için en kapsamlı araştırma yapılmıştır. Florida Eyalet Üniversite­si’nden Dr. Dean Falk’un liderliğini yaptığı uluslar ara­sı bir uzman grubu LB1 kafatasının üç boyutlu bir maketini yapıp, bunu şempanze, modern insan(modern cüce), mirosefalik bir beyin ve Homo Eractus ile karşılaştırmıştır. Bu incelemeye göre LB1; modern cüce beyninden ve mikrosefalik beyinden daha farklı bir özellik taşımakta ve yeni bir türü temsil etmektedir. Bu araştırmanın doğruluğu halen tartışılan bir konudur. Kimi bilim adamlarına göre bu çalışmada mikrosefalik beyin örneği kullanılmamıştır.

2010 yılında gelindiğinde ise; bu türün Homo Saphiens’in bir türü olduğu, “Kretenizm” adı verilen hastalığın ve yaşanılan ortamın da getirisi olarak küçük bir yapıya sahip olduğu savı ortaya çıkar. Günümüzde o bölgede yaşayan halkın da minyon bir tipe sahip olması bu savı güçlendiren bir unsur olmaktadır. Bu sav belki doğru olabilir çünkü antopolojik çalışmalara göre yaşam alanının sahip olduğu coğrafi koşullar canlılarda fizyolojik farklılıklara neden olabilmektedir.

Kazılarda Homo Floresiensis ile birlikte ortaya çıkan balık, kurbağa, yılan, kaplumbağa, dev sıçan, kuş, yarasa ve Stegodon (soyu tükenmiş bir tür cüce fil), Komodo ejderi ve dev kertenkele gibi diğer iri hayvanlara ait iskeletler Flores Adası’nın doğal ortamını gözler önüne sermiştir. Homo Floresiensis bu doğal ortamda varlığını devam ettirmeye çalışmıştır. Fiziksel yapının da zaman içersinde Flores’in kaynakları doğrultusunda şekillendiği inancı dikkat çekicidir. Aynı bölgede özellikle Stegodon(cüce fil)’in görülmesi bu inancı güçlendirmektedir.

Homo Floresiensis’in yok oluşu

Homo Floresiensis’in nasıl yok olduğu sorusunun cevabını aradığımızda kesin bir bilgiye ulaşmamız mümkün değil fakat bu konudaki en baskın görüş; Flores Adası’nda gerçekleşmiş olan bir volkanik patlama sonucu Homo Floresiensis’in yok olmasıdır. Bu görüşün kesin bir veriyi sunması imkânsızdır çünkü böyle bir doğal felaketten kurtulanların olup olmadığı ve başka bir yerde yaşamlarını devam ettirip ettirmediklerine dair bir iz yoktur.

Homo Floresiensis keşfin yapıldığı 2003 yılından günümüze yaklaşık 9 yıldır tartışılan bir konu olma özelliğine sahiptir. Paleoantropologlar, anotomi uzmanları gibi farklı branşlardan bilim adamlarının ilgisini çeken bu konu her geçen sene farklı savları ortaya çıkarmaktadır. Bu konudaki son görüş; yeni bir tür olmadığı yönündedir. Fakat ilerleyen senelerde bu konuda belki de bulanacak başka veriler ışında çok farklı savlar ortaya çıkacaktır. İnsanın evrim süreci her daim merak uyandıran bir konu olduğundan bu açıdan dikkat çekici olan Homo Floresiensis’in yeni bir tür olup olmadığı sorunsalının daha pek çok yıllar tartışılması muhtemeldir.

Kaynakça:

Pennsylvannia State University Press Release, “No Hobbits in this Shire: Researchers say skeletal remains are pygmy ancestors”, 23 Ağustos 2006. 

http://insanveevren.wordpress.com/2012/04/15/tarih-oncesi-flores-adalilar-bilmecesi/

http://www.kesfetmekicinbak.com/

http://en.wikipedia.org/wiki/Homo_floresiensis

http://www.sciencedaily.com/releases/2010/09/100928025514.htm

http://www.sciencedaily.com/releases/2008/12/081217124418.htm


MUCİZELERE ULAŞMA ÇABASI: SİMYA

$
0
0

“Gözümüzün önünde büyük hazineler olduğu zaman asla göremeyiz onları. Peki, neden bilir misin? Çünkü insanlar hazineye inanmazlar”

                                                                                                            Simyacı (Paulo Coelho)

 

Endüstriyel devrimin ruhunu yansıtan ilk profesyonel ressam olduğu söylenen Joseph Wright’ın “Simyacı” adlı tablosu.

Simya kelimesini duyduğumuzda belki de birçoğumuzun aklına yukarıda alıntı yaptığımız “Simyacı” isimli roman gelir. Hayatta mutlu olmayı öğütleyen, bir çobanın altın bulma amacıyla çıktığı Mısır yolculuğunu anlatan bu roman satış rekorları kırmış, bizim belleğimize de kazınmıştır. Fakat “simya” denildiğinde bilmemiz gereken bundan fazlası olmalı. Keza simyacılık, tarih boyunca ilgi çeken bir uğraş olarak karşımıza çıkmaktadır. Biz de bu yazıda simyanın ne olduğunu, niçin ilgi çektiğini, bilimsel yönü olup olmadığını kısaca ele almak istiyoruz.

Diğer bir adı “alşimi” olan simya; bir dönemin felsefesini ve doğanın ilkel yollara araştırılmasını ifade eden bir kavramdır. Arapça’daki “alkheemee” kelimesinden dilimize geçen simya İngilizce olarak da “alchemy” olarak adlandırılmaktadır.

Simya; değersiz maddeleri altına çevirme, çaresiz hastalıkların tedavisini bulma ve ölümsüzlük iksirine sahip olma amacıyla yapılan geçmiş çalışmaları ifade etmektedir. Simya, simya kaynaklarının ifadesiyle, yer ve insan arasındaki etkileşimi inceler, insanı sonsuz bir varlık haline getirme amacı taşır. Bu anlayışa göre insan altına kavuşacaktır, çaresiz hastalıklardan ölmeyecektir ve bunun ötesinde ölümsüzlük iksiriyle sonsuza dek dünyada kalacaktır. Böyle bahsedildiğinde hayali çalışmaları ifade ettiğini düşünebileceğimiz simya ile ilgilenenleri ve 2500 yıllık geçmişini dikkate aldığımızda ilgi çekici bir konu olduğunu söylemek mümkün.

Kimya, Metalurji, Fizik, Tıp, Astroloji, Semiotik, Mistisizm, Spiritüalizm ve Sanat… Birbirinden farklı alanlar… Hem sanat hem tıp hem mistisizm, hepsi bir arada… Simya tüm bu alanları barındıran bir uğraş olduğu iddiasında olmuştur. Bilimin temellerinin atıldığı Mezopotamya, Eski Mısır, İran, Hindistan, Çin’de uğraşılan simya, sonraki dönemlerde Yunanistan, Roma İmparatorluğu, İslam devletlerinde de görülmeye başlamıştır. 12.yüzyıldan sonra Ortaçağ Avrupası’nda önemli bir uğraş haline gelmiştir. Görüldüğü gibi farklı coğrafyalarda, farklı kültürlere rağmen simyacılık rağbet görmüştür. İnsanoğlunun sonsuz olma arzusunun ve zenginlik hayalinin inanç, kültür ayrımı olmaksızın yayılımı dikkat çekicidir.

Simya bir bilim dalı mıdır?

Simya; kimya ile olan kelime benzerliği ile bir bilim dalı olarak düşünülme tehlikesini taşımaktadır. Şunu kesin olarak belirtebiliriz ki; simya bir bilim dalı değildir. Simyacıların kullandıkları deneysel yöntemler kimya ile benzeşebilir fakat kimyada görülebilecek olan pozitif yaklaşım simyada yoktur.

Simya islam coğrafyasında da yayılmıştır. Ebul Kasım’ın yazdığı coğrafya kitabı, hiyerogliflerdeki simya sembollerini kendi dünyasına tanıtır. (British Museum, London)

Günümüzde kullanılan bazı maddelerin yüzyıllar önce simyacılar tarafından kullanıldığı, kimyanın temelini atan uğraşın simya olduğu belirtilmektedir. Kostik soda, kükürt, civa, sönmüş kireç, nitrik asit gibi maddelerin yüzyıllar önce kullanılmış olması ilgi çekici görülebilir. Fakat bu maddelerle uğraşılırken varılmak istenen sonucun felsefi boyutlarının ağır olması ve zaman zaman da büyücülüğe benzer bir hal alması, onu bilimsellikten uzak kılmaktadır. Simyacılık barutun bulunması, madenlerin rafine edilmesi, kozmetiğin gelişimi, seramik, cam ve boyanın üretimini sağlaması, likör ve esans üretimini başlatması gibi kimyasal gelişime katkılarının olduğu belirtilse de yöntemi kimyadan farklıdır.

Başka bir bakış açısıyla astroloji ve astronomi arasındaki ilişkinin simya ve kimya arasında da olduğu söylenebilir. Yani, geçmiş çağların insanları fiziksel fenomenlere mistik anlamlar yüklemişlerdir.

Mesela simyacılar da tıpkı diğer ilkel bilimler ve bugünkü sözdebilimcilerin kabul ettikleri gibi, Platon’un dile getirdiği dört elementin varlığını kabul etmektedir. Bunlar; Ateş, Su, Hava, Topraktır. Bu elementler genel anlamlarından öte bazı özelliklerin simgesi olarak kullanılmışlardır.

Ateş; İlahi gücü temsil etmektedir. Işık verdiği için aydınlığı temsil eder. Erkeklik unsuru içerir. Genel olarak aydınlanmayı aynı zamanda azabı, yıkıcılığı da temsil etmektedir.

Su; Ateşin zıddıdır. Dişiliği temsil etmektedir. Su değişkendir, Ay’ı temsil eder. Hayat verici ve arındırıcı olmasının yanı sıra gizliliği de temsil etmektedir.

Hava; Nötr bir element olup ateş ve suyun özelliklerini içermektedir. Zihni temsil etmektedir.

Toprak; bereketi ve kazancı simgelemektedir. Özellik olarak diğer üç elementin özelliklerini barındırmaktadır.

Simya bu elementlerle ilgili düşünce sistemini pratiğe de aktarmıştır: Bu elementler ısıtmak, kızdırmak, dökmek, buharlaştırmak, süzmek gibi eylemlerle ilişkilendirilmiştir. Dahası, simyaya göre dişi ve erkek ayırımı vardır. Bu ayırıma göre güneş erkek, dünya dişidir. Yine simya öğretilerinde üç dünyadan söz edilmektedir; Arketipler (Tanrı), Macrocosmos (Doğa) ve Microcosmos (İnsan). İnsan da  “ruh, can, beden” olmak üzere üçlemeden oluşmaktadır. Elementler dünyasında bunun karşılığı ise; “kükürt, tuz, cıva” olarak yer almaktadır. Burada kükürt ve cıva karşıt iki prensibi, tuz ortada olan prensibi temsil etmektedir.

Simyacılar kuşkusuz çalışmalarında maddelerle deney yapmışlardır fakat görüldüğü üzere amaç ve anlam metafiziksel boyutlarda yoğunlaşmaktadır. Simyacıların elde etmek istedikleri “pancea” (ölümsüzlük iksiri) ve madenlerin altına çevrilmesi isteği uzun çalışma dönemlerini kapsamıştır. Ölümsüzlük iksirinin yapı taşı olan “felsefe taşı” bulunması mümkün olamasa da en büyük hedeflerden biri olmuştur. Simyanın metafizik yorumlamalardan ayrılmaması zaman içerisinde onu metafizik temeli esas alan, kimyasal maddeleri spiritüel (ruhani) varlık ile ilgili bilgi veren araçlar haline getiren bir uğraş yapmıştır. Kimyevi alandaki terminoloji eksikliği simyacıları zamanla pagan mitolojisi, astroloji ve kabala terimlerini kullanmaya itmiştir. Bu nedenle simyacılar en basit deneyleri bile mistik bir uğraş olarak karışık terimlerle ifade etmişlerdir.

Simya Eski Mısır’da oldukça kutsal bir uğraştı. Papirüste Akhenaten, Aten’den simya sembolleri halinde “ilk madde”yi alırken görülüyor.

Simya, Hermetizm ve Ezoterizm ilişkisi

Simya konusunu araştırdığınızda karşınıza çıkması muhtemel iki kavram vardır, bunlar; Hermetizm ve Ezoterizm’dir. Ezoterizm; bir üstat tarafından “inisiyasyon” (doğru yolu gösterme) yoluyla yetkin kişilere aktarılan felsefe öğretileridir. Bilgi ehil olmayanlara aktarılmamalıdır. Hermetizm ise; Eski Mısır’da yaşamış olduğuna inanılan ve ilahlaştırılan bir simya bilgesinin, Hermes Trismegistus’un öğretileridir. Bu iki kavramın ortak özelliği felsefi-spiritüel dünyaya ait olmalarıdır. Simyanın bu iki öğretiyle yakından ilişkili olmuştur. Bu nedenle simya zaman içerisinde felsefe alanının inceleme konusu haline gelmiştir.

Değersiz maddelerden altına yolculuk  

Tarih boyunca simyacıların değersiz maddelerden altın yapmakla uğraştıklarına inanılmaktadır. Sadece bu amaçla çalışmalar yapanlar olmuştur ama işin ruhani yönüyle ilgilenen simyacılara göre asıl amaçları felsefe taşına ulaşmaktır. Felsefe taşından yine ayrıca söz etmek istiyoruz ama öncesinde altın yapma uğraşı hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır.

Simyacıların “kırmızı iksir” adını verdikleri karışım ile değersiz metalleri altına dönüştürmeye çalışmışlardır. Metalin altına dönüşmesi aşama aşamadır, önce hamdır, arındırılır, tamamen arındıktan sonra altın olabilmektedir. Altın yapma çalışmaları genellikle kurşun ve cıva üzerinde yapılmıştır, bazı simyacılar tarafından cıva ile kükürt, arsenik ve amonyum klorür karıştırılmıştır. Kullandıkları büyülü sözler ve karışık çizimler bu konuda detaylı bilgi edinmeyi zorlaştırmıştır. Simyacılar kimyasal incelemeleri altın yapmanın yanı sıra, zehir, sihirli iksirler yapmak amacıyla da yapmışlardır.

Bulunamayan sır; Felsefe taşı

Simyacılara göre ölümsüzlüğün sırrını bulmanın temeli felsefe taşına dayanmaktadır. Bu felsefe taşı ruhani dünyanın da kilit anahtarı niteliğindedir. Felsefe taşına olan büyük inanç bu durumdan faydalanan dolandırıcıları da beraberinde getirmiştir. Günümüzde artık felsefe taşına olan inanç oldukça düşüktür.

Simya bir dönemin gözde uğraşlarından biri olsa da günümüzde etkisini yitirmiştir. Tarih boyunca simyacılara dolandırıcı gözüyle bakılmıştır. Pek çoğu böyle olsa da simya ile bir dönem Isaac Newton, Robert Boyle, Fizikçi Arnaldus de Villa Nova gibi bilim adamlarının da ilgilenmesi ilginç bir noktadır. Simya bilimden ayrı bir uğraş olarak kabul edilmelidir, tarih boyunca simyanın başarısı kanıtlanamamış, ulaşılmak istenen hedefler rivayetlerden öteye geçememiştir. Simyacıların çalışmalarını ehil olmayan kişilerden koruma istekleri sebebiyle arkalarında bıraktıkları karışık terim ve şekillerin deşifrelerinin zorluğu bu uğraşın incelenmesini de zorlaştırmaktadır.

GÜNÜMÜZÜN POPÜLER OLUŞUMU: SCIENTOLOGY

$
0
0

 

Scientology

Scientology… Bu kavramı duymayanınız kaldı mı? Kimilerine göre çağımızın gözde dini, kimilerine göre bir tarikat, kimilerine göre Tom Cruise’un ta kendisi…

Özellikle “Science” yani “bilim” kelimesinden türediği düşünülen Scientology’i biz de merak ettik ve bu ayki sayımızda bu konuya yer vermek istedik. Okuyacağınız bu yazıda kısaca Scientology’nin ortaya çıkış, gelişim öyküsünü ve yöntemlerini ele alacağız.

Özel bir ordu, yakışıklı aktörler, güzel aktristler, güçlü bir bütçe; karşınızda Scientology. Reklamını en ünlü Hollywood yıldızları sayesinde güçlü bir şekilde gerçekleştiren Scientology, saygı duyulsun duyulmasın herkesin duymuş olma ihtimalinin yüksek olduğu bir kavram olarak karşımıza çıkıyor.

Scientology kelimesinin kökenine baktığımızda; Latince “tam anlamıyla bilmek” anlamına gelen “Scio” kelimesinden türediğini görürüz. Yaygın olarak bilinen anlamı; evren ve diğer yaşamla ilgili olarak ruh üzerine çalışmadır. İngilizcedeki “Science” yani “bilim” kelimesiyle olan benzerliği sebebiyle pek çok yerde farklı tanımlara rastlamak mümkündür.

1911-1986 yılları arasında yaşayan Amerikalı bilim kurgu yazarı R. Hubbard; Scientology’nin kurucusu olarak anılmasının yanı sıra dünyada en çok yabancı dilde eseri bulunan yazar olarak da Guiness Rekorlar Kitabı’na girmiştir.

Scientology’in tarihine baktığımızda kurucusunun aynı zamanda bilim kurgu yazarı olan L. Ron Hubbard olduğunu görüyoruz. İlk çıkışında kişisel gelişim amaçlı bir felsefe olan bu akımın zamanla güçlenerek ayrı bir din olarak kabul edilmesi, başarısının büyük olduğunu gösteriyor. Peki bu oluşumun temel amacı ne? Bu sorunun yanıtı Hubbard tarafından ‘Dianetik: Ruh Sağlığının Modern Bilimi’ adlı eserde şöyle açıklanıyor: Bundan 75 milyon yıl önce Xenu adında kötü bir savaşçı diğer gezegenlerdeki yaşayanları öldürüp ruhlarını dünyaya getirir. “Tetan” isimli bu ruhlar atmosfere yayılır ve insanların bedenlerine girer. Scientologistler bu ruhları bedenlerden kurtarma amaçlı çalışmaktadır. Kurucusunun bilim  kurgu yazarı olmasının etkilerini hissettiğimiz bir varoluş amacına sahip olsa da Scientology’nin günümüzde 8 milyona yakın müride sahip olması oldukça dikkat çekicidir. Scientology; nasıl bilmek gerektiğini bilmek öğretisinin savunucusudur.

Buraya kadar bahsettiklerimiz bir tarikat ya da bir din olarak nitelendirilen Scientology’nin genel bir çerçevesiydi. Fakat Scientology denildiğinde bizim esas olarak ilgimizi çeken faktör kullandıkları yöntemler,  kullanılan bu yöntemlerin yüksek bedellere sahip olması işin farklı bir boyutu, uygulamalar da ilgi çekici.

Scientology'nin öne çıkan yüzlerinden: Tom Cruise

Scientology’nin öne çıkan yüzlerinden: Tom Cruise

Scientology yöntemlerinin temeli R. Hubbard’ın 1950 yılında öne sürdüğü Dianetik’e dayanmaktadır. Kelime anlamı; “zihin aracılığıyla” olan Dianetik;  insan davranışları ve psikolojik rahatsızlıklarla ilgilenen birbiriyle bağlantılı sistemler bütünü olarak açıklanmaktadır. Dianetik sayesinde kişinin belleğinin temizlendiği belirtilmektedir. Hipnozdan daha farklı bir yöntem olan “Reverie” olarak adlandırılan bu metot sayesinde kişi yaşadığı travmaları silebilmekte, kendinden saklanan olaylara ulaşabilmektedir. Scientologistlere göre dianetik zihnin kapasitesini arttıran, insanın temel doğasını ortaya çıkarmaya çalışan bir sistemdir.  Bu sistem sayesinde psikiyatri bilimine ihtiyaç yoktur, kişi dianetik sayesinde kendi bilincine ulaşabilecektir.

Dianetik beyni engramlardan kurtarmayı hedefler, peki bu “engram” dediğimiz şey nedir? Kısaca onu da açıklayalım: Beyin “reaktif bölge” olarak adlandırılan bir bölgeye sahiptir. Bu bölge dışında hata yapmaz, mantıklı düşüncenin olmadığı bu bölge bilinçsiz olduğumuzda ortaya çıkmaktadır. Buradaki bilinçsizlik, bilinen anlamının yanı sıra üzüntülü olunan ve acı çekilen dönemi de kapsamaktadır. Böyle bir durumda olan kişinin beynindeki reaktif bölge sinir uyarılarını engram olarak kaydeder. Yani engramlar bir kişinin yaşadığı tüm sıkıntıları ve acıları kaydetmektedir. Dianetik sayesinde kişi bu engramlardan arınır.

Scientology; mertebelerden oluşan bir sistemi ifade etmektedir. Scientologistler belli teknikleri geçtikleri ve eğitim aldıkları takdirde yükselmektedir. Yaklaşık 20 yılsonunda gelinebilen en üst mertebe kişiye üstat vasıfları kazandırmaktadır.

Scientology seanslarında kullanılan elektrometre.

Elektrometre ile ruhsal durumu inceleme

Scientology denildiğinde karşımıza çıkan elektrometre; kişinin ruhsal durumunu incelemeye yaradığı savunulan bir çeşit dedektör olarak nitelendirilmektedir. Hubbard’ın bu elektrometre sayesinde domatesin kesilirken acı çektiğini savunması ilginç bir husustur. Elektrometre sayesinde kesin bilgiye ulaşabileceğini söylememiz mümkün değil fakat Scientology içerisinde özel danışmanlar sayesinde kullanılan bu araç belli fiyatlar karşılığında belli seanslar dâhilinde kullanılmakta ve oldukça öneme sahip olmaktadır. Mertebelere özel seanslar düzenlemesi de dikkat çekici bir başka noktadır.

Dünyada Scientology

Scientology dünyada gittikçe güçlenen bir oluşumdur. Kendine özel bir kilisesi olan Scientology’nin 3000′den fazla kilisesi ve 8 milyona yakın müridi olduğu belirtilmektedir. Bu veriler oldukça önemlidir. Keza mürit olmanın bir bütçe dâhilinde olmasına karşın mürit sayının fazlalılığı ve gün geçtikçe bu oluşumun yayılması, Scientology’nin güçlü yönünü ortaya koymaktadır.

Scientology’nin güçlü bir oluşum olmasında daha öncede bahsettiğimiz ünlü yıldızların rolü de oldukça büyüktür. Tom Cruise, John Travolta gibi isimlerin sürekli savunduğu Scientology gücüne güç katmış hatta “Sea Org” adında kendi ordusunu kurmuştur.  1967 yılında kurulan bu ordu özel üniformaya ve kesin kurallara sahiptir. Hatta burada belli bir yaşı tamamlayan çocuklara özel eğitim verilmektedir. Verilen eğitimlerin katı kurallar çerçevesinde olduğu belirtilmektedir. Sea Org (Deniz Örgütü) çeşitli kamplar açmakta, gerektiğinde bir sığınak olarak kullanılacak şekilde tutulmaktadır. Burada görev alan Scientologistlerin uymaları zorunlu olan belli kurallar vardır; bu kuralların önemli bir kısmı evlilik ve aile ilişkileri üzerinedir. Müritlere imzalatılan 1 milyar yıllık sözleşme de oldukça ilgi çekicidir. Bu sözleşme sembolik bir nitelik taşısa da Scientology’e olan bağlılık noktasında oldukça önemsenmektedir.

Sürekli artan gücü, ünlü yıldızların reklamları, karşıt fikirlilerin protestoları sayesinde Scientology muhtemelen uzun yıllar daha gündemi meşgul etmeye devam edecektir.

Scientology; bir magazin haberinde de, bilimsel yönü ile ele alınan bir yazıda da, günümüz din ve tarikatları ile ilgili bir araştırmada da karşımıza çıkabilecek bir oluşumdur. Günümüzün popüler konularından biri olduğu hususu gerçektir. Biraz incelediğinizde; bazı ülkelerde tehlike niteliğinde değerlendirildiği, bazı ülkelerde ise kiliselerine büyük önem verildiğini görebilirsiniz. Sürekli artan gücü, ünlü yıldızların reklamları, karşıt fikirlilerin protestoları sayesinde Scientology muhtemelen uzun yıllar daha gündemi meşgul etmeye devam edecektir.

 

 

 

 

Kaynakça

  1. http://www.scientology.org/
  2. http://tr.wikipedia.org/wiki/Scientology
  3. http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=cts&haberno=4818
  4. http://en.wikipedia.org/wiki/Sea_Org

RESSAMLIKTA GİZLENEN BİLİM: LEONARDO DA VINCI

$
0
0

Mona Lisa… Hemen hemen herkesin bildiği ünlü tablo. Dünya sanat tarihinin en önemli eserlerinden biri olan Mona Lisa’nın ressamı Leonardo da Vinci de bir o kadar önemli bir isim olarak karşımıza çıkıyor.

1452- 1519 yılları arasında yaşayan Leonardo da Vinci’nin portesi.

Belki pek çoğumuz Leonardo da Vinci’yi ressam kimliğiyle tanıyoruz. Mona Lisa’nın yanı sıra; Kayalıklar Bakiresi, Son Akşam Yemeği, Bacchus gibi diğer önemli eserlerin de sahibi olan Leonardo da Vinci’nin pek bilinmeyen yönlerinin olduğu da bir gerçek. Vinci’nin bir ressam olmasının yanısıra mühendis, mucit, mimar, filozof, matematikçi, heykeltıraş ve anatomi ile ilgilenen bir bilim adamı kimliğine de sahip olması, bu isime eşsiz bir önem kazandırıyor. Biz de bu yazıda Leonardo da Vinci’nin bilinmeyen yönlerinden, özellikle de anatomiye olan ilgisinden söz etmek istiyoruz.

Asıl adı “Leonardo di ser Piero da Vinci” olan Leonardo da Vinci İtalya’da doğmuş, 1452-1519 yılları arasında yaşamıştır. Floransa’lı noter Pietro da Vinci’nin oğlu olan Leonardo’nun sanata karşı olan ilgisi küçük yaşlarda başlamıştır. Bu yüzden sanatçı Andrea del Verrocchio’nun atölyesine çırak olarak girmiştir. Bu atölye onun hayatında önemli bir yere sahip olacaktır. Burada perspektif sanatını öğrenir, mekanik ile ilgili çalışmalar yapar, heykeltıraşlıkla ilgili de kendini geliştirir.

Leonardo’nun mekaniğe olan ilgisi sonucunda mekanikle ilgili eskizler yapmaya başlamıştır. Öyle ki, defterleri mekanik aletlerin çizimleriyle doludur. Bu çizimlerin çoğu kendisinin daha önce görmediği mekanik aletlere aittir. Leonardo’nun mucitliği burada ön plana çıkmaktadır. Kuşları inceleyerek uçuş makinesini betimlemesi oldukça ilgi çekicidir. Bu uçuş makinesi uzun bir dönem gerçekleştirdiği gözlemlerin ürünüdür.

Leonardo da Vinci’nin mekanikle ilgili eskizlerinden bir örnek.

Leonardo’nun mucitliği maalesef çizimlerinde gizli kalmıştır. Üniversite okumaması ve Latince bilmemesi onun mekaniği bir bilim olarak geliştirmesine engel olmuştur. Yine de mekaniğe olan ilgisi ona ün kazandırmış, bu sayede Milano Dükü tarafından istihkâm müfettişi olarak göreve getirilmiştir. Leonardo, görevde bulunduğu 17 yıl boyunca makine ve silah tasarımları yapmış bunlara ek olarak sanatsal çalışmalarını da yürütmüştür.

Leonardo çok yönlü kişiliği sayesinde her geçen gün yeni bir ilgi alanına sahip olmuştur. Bu alanlardan biri de ışıktır. Sanatçı kimliğinin getirisi olan merakının yanı sıra ışığın bilimsel yönünü de merak etmiş, ışığın yansımasını ve kırılmasını incelemiştir. Işık gözden geçerken nasıl yansıma yapmakta ve kırılmaktadır? Bu soruya aradığı cevaplar onun sanatına da yansımıştır.

“Resim yapmak; ressamın zihnini doğanın zihni haline dönüştürmeye ve doğa ile sanat arasında tercümanlık yapmaya zorlamak demektir.”
Leonardo resim yapmayı böyle tasvir ederek; resimde, doğada görülen şeylerin sebeplerinin yine doğanın yasaları çerçevesinde ortaya konulması gerektiğini ifade etmeye çalışmıştır.

 

Karanlıkta kalan çalışmalar; anatomi

Yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi Leonardo da Vinci’nin gizli kalmış anatomi çalışmaları bilim için büyük önem taşımaktadır. Bir sanatçının insan ve hayvan anatomisini inceleme ihtiyacı duyması o dönem için oldukça ilgi çekicidir. Dönemin şartlarına bakıldığında bu incelemelerin çok da kolay olmadığı bir gerçektir. Fakat Leonardo’nun sahip olduğu merak, tüm zorluklara göğüs germesine neden olmuştur.

Kadavra incelemeleri sonucunda insan vücuduna ilişkin yaptığı eskizlerden bir örnek.

Sadece damarların nasıl çalıştığını, işlevini anlayabilmek için 10 tane cesedi açmak zorunda kaldım.

Yaşadığı zorlu süreçleri notlarında ifade eden Leonardo bir notunda böyle der. Damarların işlevini anlamak için 10 cesedi açması, parçalaması ve incelemesi onun ne kadar detaycı ve araştırmacı olduğunu göstermektedir.  Kadavralarla olan çalışmalarını Floransa’nın en eski hastanesi Santa Maria Nuova’nın mahzeninde yapan Leonardo, ortamın soğuk olması sayesinde ölülerin çürümesini yavaşlatarak daha rahat çalışmış ve Vatikan’dan da gizlenebilmiştir.

Leonardo da Vinci’nin bilinen en önemli çizimlerinden biri olan ve insan oranlarını ifade eden Vitrivius Adamı.

Ölüleri parçalaması ve incelemesinin dini açıdan hoş görülmemesi Leonardo’yu Vatikan’dan özellikle de Papa’dan gizli çalışmak durumunda bırakmıştır. Çalıştığı gizli hastane bodrumunda şartlar oldukça zordur, kadavraları açacağı aletleri azdır. Bir rivayete göre kullandığı en önemli alet uzun tırnaklarıdır. Gördüklerini, sık sık duraklayıp yavaş yavaş çizmesi de çalışmalarının sürelerini uzatmıştır. Tüm bunlara rağmen asla vazgeçmemiş, yaklaşık otuz kadavra üzerinde inceleme yapmıştır.

Leonardo gizlilik açısından geceleri çalışmaktadır, bu durum fetusu incelediği dönemde Papa’ya şikâyet edilmesine kadar devam eder. Bu şikâyetin sonrasında tahmin edilen olur ve Leonardo’nun kadavra inceleme çalışmaları yasaklanır. Bu yasağın Leonardo’yu çok etkilediği söylenemez çünkü o zamana kadar Leonardo kendisini tatmin edecek kadar inceleme yapmış ve bunları kâğıtlara dökerek hala büyük öneme sahip eskizler oluşturmuştur. Kalbi tüm detaylarıyla çizdiği eskizler sonraki dönemlerde bilim adamları için büyük öneme sahip olmuştur. Kafatası çizimleri, insan vücudunun oranlarını ifade ettiği meşhur Vitrivius adamı, karaciğer, akciğer, cinsel organların kusursuz çizimleri onun çalışmalarının ne derece kapsamlı olduğunu göstermektedir.

Leonardo’nun anne karnındaki fetus çizimi özellikle dikkat çekilmesi gereken bir çizim olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü bu çizimde insan kadavrası üzerinde inceleme yapmamıştır. İnekler üzerinde inceleme yapıp bunu insan vücuduna uyarlamıştır. Bu durum oldukça önemlidir, keza onun hayal gücünü ne denli kullandığını ve bu hayal gücünü bilimle nasıl bağdaştırdığını göstermektedir.

Leonardo da Vinci’nin Fetus’u betimleyen eskizi.

Mona Lisa tablosunu yaparken de bu anatomi çalışmalarından yararlandığı öne sürülmektedir. Leonardo, tablolarındaki kusursuz portre çizimlerinde kadavralar üzerinde yaptığı çalışmaların izlerinin yer aldığı belirtilmektedir. Kuşkusuz bu denli inceleme yapan ve resim, bilim arasında bir ilişki arayan bir dâhinin bilimsel incelemelerinden feyz alarak çizim yapması olağandır. Tablolarında hala bilimsel araştırmalarının izlerini yaşatan Leonardo’nun eskizleri için aynı şeyi söylemek çok mümkün değildir. Eskizleri onun ölümünden çok sonra değerli hale gelse de yayınlanmamıştır. Leonardo’nun, bilgisini başkalarına aktarma isteğine sahip olmaması, çizimlerinin büyük kısmının karanlıkta kalmasına neden olmuştur.

Leonardo da Vinci 1516 yılında önemli bir değişiklik yaparak İtalya’dan Fransa’ya gitmiştir. Bunun nedeni; baş ressam ve mühendis olarak çalışması için Fransız Kralı 1. Francis’den davet almasıdır. Ölümüne kadar da (1519) yılına kadar burada ikamet etmiştir.

Leonardo da Vinci, sanat tarihinde önemli bir isim olduğu kadar (kadavralardan  bilgi toplayan bir bilim adamı olmasıyla) bilim dünyasında da önemli bir yere sahip bir dahidir. Sanatçı ruhu ile bilimsel bakış açısını buluşturabilen kimliği onu eşsiz dahiler sınıfına sokmuştur.  Mükemmeliyetçi ve araştırmacı yapısı, arkasında kusursuz yapıtlar bırakmasına yol açmıştır. Sanatçı kimliğinin bu denli ön plana çıkmasında, geri planda kalan bilimsel çalışmalarının rolünün de büyük olduğu bir gerçektir. Onun olanaksızlıklar içerisinde gerçekleştirdiği bilimsel çalışmaları gelecekte de ona hayranlık duyulmasını sağlayacaktır.

Video : Leonardo Da Vinci’nin anatomi üzerine diğer eskizlerinden örnekler.

 

Kaynaklar

BİLGİ KİMİ ZAMAN ÖLDÜRÜCÜDÜR: GÜLÜN ADI

$
0
0

 “Karanlık sisli bir gece… Lanetli ve karanlık manastırda kütüphaneci Malachi, bastıramadığı bir merak içerisinde… Yaşlı Jorge ortalarda yokken aklındakini gerçekleştirmeli mi? Yavaşça ilerliyor, gizli bölme buralarda bir yerde olmalı… Evet işte orada, etrafına bakınarak yavaşça gizli şifreyi giriyor. Her yer çok sessiz, aslında manastır bir süredir oldukça karışık, içinde büyük korku var…  Manastırda işlenmiş cinayetleri çözmek için gelen eski bir sorgucu William’ın da gözü kütüphanenin üzerinde… Tüm bunlar zihninde dolaşırken yavaşça merdivenlerden çıkıyor. Gizli bölüm boş, hızlıca rafları inceliyor, işte aradığı tam elinin altında, Aristoteles’in Poetika’sının yasaklı cildi. Karşı koyamıyor, kitabı eline alıyor, kitap ne kadar da eski ama bir o kadar özenle saklandığı belli, acaba William’ın bahsettiği gibi komedi üzerine mi? Eldivenini takıyor, sayfaları çevirmeye başlıyor ve…”

1986 yılında vizyona giren Gülün Adı adlı sinemanın afişi.

Ortaçağ İtalya’sında bir manastır… Yedi günlük bir zaman dilimi çerçevesinde işlenen cinayetler ve onları çözmeye çalışan bir Frensisken ve eski sorgucu William, yardımcısı Adso… Tarihsel gerçeklere uygun bir şekilde kurgulanan bir eser; karşınızda Gülün Adı (Name of The Rose).

1980 yılında Umberto Eco tarafından kaleme alınan roman ve 1986 yılında çekilen film sizi Ortaçağ’a doğru kısa bir yolculuğa çıkarıyor; ruhban sınıfının gücünü ölçüsüz bir şekilde kullandığı, skolastik düşünce yapısının egemen olduğu, kilise-devlet-tarikatlar arası çekişmelerin yaşandığı bir döneme… Manastır kütüphanesi etrafında gelişen olaylar zinciri ve dinsel hoşgörüsüzlüğün kütüphaneye olan yansımaları izleyeni oldukça etkiliyor.

“Gençler artık hiçbir şeyi öğrenmek istemiyor, bilim geriliyor, tüm dünya tepetaklak olmuş, körler körleri yönetiyor ve onları uçuruma sürüklüyorlar…”

Yazar Umberto Eco eserinde Ortaçağ’daki durumu böyle ifade ediyor. Yazardan söz etmişken; Umberto Eco İtalyan yazar, Bologna Üniversite’sinde akademisyen, Ortaçağ ve Göstergebilim Uzmanı… Romanını kurgularken yapmış olduğu derin tarihi araştırmalardan beslendiğini açıkça ifade ediyor. Bu sayede okuyucularına polisiye bir romanın yanı sıra tarihin izlerini de sunuyor.

Umberto Eco, Gülün Adı adlı kitabı yazarken tarihi olaylardan faydalanmış.

“Eski bir sorgucu olan William, yardımcı Adso ile başrahibin odasında… Son birkaç gün içerisinde kardeş olarak tabir ettikleri değerli rahipler teker teker ölmüş. Başrahip bunun bir lanet olduğu kanısında ama William’a göre bunun ötesinde bir sır olmalı… İpuçlarını bulmalı, öncelikli olarak da kütüphaneyi incelemeli… Ama nasıl?”

Eserde manastır kütüphanesi en iyi korunan yerlerden biri. Kütüphaneci ve yardımcısı haricindeki diğer kişilerin kütüphane okuma salonu dışındaki diğer bölümlere girişi yasak. El yazması eserler keşişler tarafından yazılıyor, çoğaltılıyor fakat bir eseri yazan keşişin yazılan diğer kitaplar hakkında en ufak bir bilgisi yok.

“Tinsel bir labirent olduğu kadar, dünyasal bir labirenttir o. İçeri girebilirsiniz, ama dışarı çıkamazsınız.”

Kütüphane böyle betimleniyor. Labirent şeklinde tasarlanmış olan kütüphaneye izinsiz giren kişinin çıkması imkânsız. “Finis Africae” olarak adlandırılan gizli bir bölmede saklanan yasaklı kitap (Aristo’nun “Poetika” isimli eserinin kayıp olan ikinci cildi) herkesten saklanıyor. Özellikle yaşlı Jorge bu konuda çok katı. Kitabın varlığını inkâr ederek inandıramadığı keşişler için başka düşüncelere sahip. Bu kitap asla okunmamalı, acı dolu yaşaması gerekirken komedi içeren bu cildi kimse eline geçirmemeli. Tek bilinmesi gereken dinin öğretileri; bilim ilerlememeli, inanç sarsılmamalı.

Eserde işlenen bu tema oldukça ilgi çekici çünkü kitap ve bilgiye erişim karşısındaki bu tutum değişik yüzyıllarda farklı kültürlerde karşılaşılan bir durum olma özelliğine sahip. Çin İmparatoru Qin Şi Huang’in M.Ö. 212 yılında ülkedeki felsefe ve tarih kitaplarından sadece imparator kütüphanesi için bir nüsha bırakarak yaktırması bu durumun yüzyıllar öncesine dayandığına, o dönemde bile kitapların iktidar karşısında tehlike unsuru olarak görüldüğüne dair dikkat çekici bir örnek.

Eserin konu aldığı Ortaçağ dönemindeki tutuma değinmişken, bu konuyu biraz açmakta; bilme olan bakış açısından söz etmek de yarar var.

Ortaçağ 4. ve 14. yüzyıllar arasındaki bir zaman dilimini ifade eder. Ortaçağ’ın karanlık olarak nitelendirilmesindeki başlıca etken skolastik düşüncedeki “skolastik” (scholasticus) sözcüğü, Latince schola (okul) kelimesinden gelmekte ve “okulcu” anlamını taşır. Bu kelime, o dönemde eğitimin manastırlarda ve katedral okullarında olmasından dolayı ilk bakışta ruhban sınıfını akla getirir. Düşüncelerde dinileşme süreci sonucunda Eskiçağ’ın ilk yıllarında geçerli olan “doğru bilgi arayışı” yerini “doğru davranış arayışına” bırakır. Bilimsel bilgiyi destekleyecek çok fazla çalışma olmaz ve önceki çağların bilgi birikimi de büyük ölçüde unutulur. Bu dönemde mevcut olan dini koruma arzusu, doğayı araştırmak yerine büyük ölçüde diğer din ve felsefeleri araştırmaya iter, Hıristiyanlığın liderliğini sağlamlaştırma arzusu ve rakipleri eleme isteği dönemin kutsal kitaplar çerçevesinde şekillenmesine neden olur. İnanç ve akıl arasında bağdaştırma yapabilmek için Aristoteles’in fikirlerinden yararlanılır.

Ortaçağ döneminde eğitim büyük ölçüde manastır ve katedral okullarında verilir. Skolastik düşüncenin hâkim olduğu bu eğitim düzeni 12. yüzyılda ortaya çıkan üniversitelere kadar devam eder. 1088 yılında kurulan Bologna Üniversitesi (Alma Mater Studiorum); İtalya’nın Bologna şehrinde hukuk eğitimi almak isteyen öğrencilerin bir öğrenci locası kurması ve buraya “Universitas” adını vermeleri ile ortaya çıkar. “Universitas” kelimesi bugünkü üniversitenin bilinen anlamından farklı olarak “dernek” anlamında kullanılır. Bir yüzyıl sonra felsefe ve tıp fakültelerinin eklenmesiyle Bologna Üniversitesi ilerlemeye başlar. Bu üniversiteyi, Oxford, Cambridge, Padua, Ravenna ve Paris Üniversiteleri izler, her üniversite, ilâhiyât, kilise hukuku, tıp ve genel meslekler olmak üzere dört bölümden oluşur ve öğretim üyeleri yine din adamları olur. Hemen hemen tüm programlarda dersler Yedi Özgür Sanat’a uygun olarak iki ana gruba ayrılır: birinci grup Trivium (Üçlü) olarak adlandırılır ve gramer, retorik ve diyalektikten oluşur; ikinci grup ise Quadrivium (Dörtlü) olarak isimlendirilir ve aritmetik, geometri, müzik ve astronomiden oluşur. Daha sonra, bu bölümlere, felsefe ve mantığın yüksek kısımları da ilave edilir.

Ortaçağ dönemi baskıcı bir yapıya sahip olsa da yine bilim adamlarının da yetiştiği bir dönem olur. Doğa ve Bilgi Felsefesi ile ilgilenen Albertus Magnus (biyoloji konusunda “Hayvanlar Hakkında” ve “Bitkiler Hakkında” eserlerini yazmıştır), tıp alanında çalışmalar yapan Paul Aeginata, fizik alanında Roger Bacon (bilimin her alanındaki yazıları içeren Opus Majus’u yazmıştır) dönemin ünlü isimlerindendir.

Yine bu dönemde katedral okulları, üniversiteler kadar önemli başka oluşumlar da ortaya çıkar. Bu oluşumlar; 1209′da kurulan Fransisken Tarikatı(Gri Kardeşler) ile 1215′de kurulan Dominiken Tarikatı’dır. (Siyah Kardeşler) Başlangıçta dinsel amaçlara sahip olan bu tarikatlardan Fransisken Tarikatı zamanla bilime, Dominiken Tarikatı ise felsefeye yönelir. Özellikle Fransisken Tarikatı oldukça etkili olur.

Gülün Adı’nda Frensisken olması sıkça vurgulanan ve bu özelliğiyle saygı duyulan William yardımcısıyla cinayetleri araştırmaya devam eder. Evet manastırın büyük kütüphanesinde çalışan Adelmo’nun kuleden düşmesi sonucu ölümü intihar olarak görülmektedir fakat Yunanca-Arapça çevirmeni Venantius, retorikle uğraşan Benno, kütüphane yardımcısı Brengar, yazmaları kopya eden Aymora, kütüphaneci Malachi ve şifalı otlar uzmanı Severinus’un ölümleri oldukça trajiktir ve gizli bir sırrı korumak için öldükleri şüphesini uyandırmaktadır.

Keşiş Jorge, kör olmasına karşın yasaklı kitabı okumak isteyenler için tuzaklar hazırlar.

Eserde William kadar ilgi uyandıran karakter yaşlı keşiş Jorge yenilikçi düşüncelere olan sert tutumu ile oldukça ilgi çeker. Jorge hayatını buradaki kitapları okumaya adamış ve bu uğurda kör olmuştur. Kör olmasına karşın yasaklı kitabı okumak isteyenler için hazırladığı tuzaklar oldukça şaşırtıcıdır. Kitaba dokunan ve parmağına zehir bulaşan kütüphaneci Malachi, ayin sırasında tüm keşişlerin gözleri önünde ölür.

William’a güvenmeyen başrahibin engizisyon yargıcını manastıra çağırması ve onun sergilediği tutum da Ortaçağ’a bir gönderme olarak karşımıza çıkar.

Gülün Adı; bir polisiye eser olmasının yanında çok önemli bir tarihi eserdir. Düşünmenin yasaklanması, dinsel öğretilerinin dışında yenilikçi fikirlere olan katı tutum, devlet- kilise- tarikatlar arasındaki ilişki arasında çatışma noktasında öğretici bir niteliğe de sahiptir. Bu özelliğini günümüz şartları bağlamında düşündüğünüzde oldukça farklı noktalara geçiş yapabilirsiniz.

“Ayin sırasında yardımcısı Adso’yu gizlice yanına çağıran William nihayet gizli geçidin yerini bulduğunu söyler. Aradığı tüm soruların yanıtı ordadır, bundan artık emindir… Kimseye görünmemeye çalışarak hızlı bir şekilde gizli bölmeye giderler, şifreyi doğru tahmin edip merdivenlerden çıkarlar, karşılarında siyah cüppeli yaşlı rahip vardır, “beni buldunuz” der yaşlı rahip ve elindeki yasaklı kitabı William’a verir, ama her şey göründüğü kadar sorunsuz değildir.  William ve Adso’nun gizli bölümden çıkışı kolay olmayacaktır, elindeki meşaleyle raflardaki diğer kitapları tutuşturur. İşte o an William elindeki Poetika’ya sarılarak her şeyin bittiğini düşünür…Acaba gerçekten de her şey bitmiş midir?” 

1986 Yapımı filmin fragmanı:


Kaynakça:

BURKE, Peter. “Bilginin Toplumsal Tarihi”. çev. Mete Tunçay.  2. baskı.  İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2001

Keseroğlu, Hasan S. “Sessiz Serinliklerde Bilgi ya da Kütüphane Üstüne”. İstanbul: Mavibulut Yayınları, 2004

Rukancı F. ve Anameriç H. (2004). Ortaçağ’da İlk Üniversiteler: Studium Generale. Felsefe Dünyası, 2004/1, 170-186.

http://www.aid.sakarya.edu.tr/uploads/Pdf_2009_2_87.pdf

http://yunus.hacettepe.edu.tr/~skucuk/ortacagdabilim1.pdf

FARKLI DİSİPLİNLERİN BİLGİNİ: İBN-İ SİNA (AVİCENNA)

$
0
0

 “Ruhum kitaplarda yeni ile eskiyi aramasına ve

kılı kırk yarmasına rağmen idrak edemedi bir tekini dahi.

Gönlümde binlerce güneş yanarken,

Çözemedim tek bir zerrenin manasını dahi.”

Okuduğunuz dörtlük Batı’da “Avicenna” olarak bilinen İbn-i Sina’ya ait. İslam dünyasının bilim insanları denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biri olan İbn-i Sina, Avrupa bilim tarihinde de öneme sahip bir isim olarak karşımıza çıkıyor.

M.S. 980 yılında İran, Buhara yakınındaki Efşene’de doğan İbn-i Sina,  tıp, matematik, fizik, kimya, jeoloji, felsefe, şiir ve müzik alanlarında çalışmalara imza atan çok yönlü bir bilgindir.

M.S. 980 yılında İran, Buhara yakınındaki Efşene’de doğan İbn-i Sina,  tıp bilgisi sayesinde ün kazanmış olsa da matematik, fizik, kimya, jeoloji, felsefe, şiir ve müzik alanlarında da çalışmalara imza atmıştır. Çok yönlü özelliği ve yaratıcı zekâsı onu tarihin önemli dehaları arasına sokmuştur.

Kuşkusuz İbn-i Sina’nın büyük ünü öncelikle başarılı bir doktor olması sayesindedir. “Kuşyar” isimli bir doktorun yanında ve okuduğu tıp kitapları sayesinde kendini geliştirmiş, 18 yaşına geldiğinde klasik tıp alanında oldukça bilgili hale gelmiştir. Genç yaşta doktorluğa başlayan İbn-i Sina, Samani hanedanından Nuh ibni Mansur’u tedavi etmiş bu sayede saray kütüphanesini kullanma hakkına sahip olmuştur. Burada başka disiplinlere ait öğretileri de öğrenme fırsatını yakalamıştır.

 

“Hiçbir ülkeye sığmayacak kadar büyüktü ünüm,

Kimsenin ödeyemeyeceği kadar yüksekti ücretim!”

Bir dönem şehir şehir gezen İbn-i Sina yoldayken bu dizeleri kâğıda dökmüştür. Evet, İbn-i Sina’nın ünü İslam dünyasında yayılmıştır. Genç yaşına rağmen önemli bir doktor oluşu, yeni bilgi kazanmaya duyduğu istek onu bu noktaya getirmiş olabilir ama İslam dünyasının yanı sıra Avrupa’da da ününe ün katmasının nedeni, ansiklopedik bir eser olan “El Kanun Fi’t Tıb”(Tıbbın Kanunu) isimli eseridir. Yaklaşık altı yüzyıl boyunca Asya ve Avrupa’daki tıp okullarında etkili olan bu eser 5 ciltten oluşmaktadır ve Çin, Hint, Mısır’ın geleneksel tıp bilgilerini de içermektedir. Defalarca Latinceye çevrilen eserin ilk çevirisi XIII. yüzyılda Cremonalı Gerard tarafından yapılmıştır. Peki, bu eserin içeriği nedir? Kısaca bunu ele alırsak; eserde kanıta dayalı tıp, deneysel tıp, klinik testler, verimlilik analizi, risk faktörü ve sendroma dayalı hastalık teşhisi gibi konular yer almaktadır. Ayrıca farmakoloji alanında önemli bilgilerin olması dikkat çekicidir. Ancak eserde, dönemin ampirik (gözlem ve deneye dayanan) ama bir yandan da hurafelerden tam olarak da kurtulamayan özelliği de görülmektedir. Tümörün nasıl temizleneceği, ameliyat esnasında narkoz etkisi yaratacak bitkiler, şeker hastalığı ve tedavisi ve benzeri konular eserde yer alan diğer konulardır. 700 küsur ilacın da yer aldığı eser XIX. yüzyıla kadar tıp okullarında el kitabı olarak kullanılmıştır.

Tıbbın Kanunu eserinin (el yazması)orijinal bir sayfası

İbn-i Sina’nın tıp alanında yazdığı diğer önemli eseri ise; Kalp İlaçları Risalesi’dir. Bu eser kalp hastalıkları ile ilgili yazılmış, eczacılığa da yer veren monografik bir eserdir. Kalp ile ilgili genel teoriler ve ilaçların genel özellikleriyle başlayan eserin devamında kalp ilaçları ele alınmış ve alfabetik düzende hangi kalp hastalıklarına hangi kalp ilacının kullanılması gerektiği belirtilmiştir.

İbn-i Sina’nın bir ruh hekimi olarak da çalışmalar yapması ilgi çekicidir. Ona göre insanı oluşturan iki unsur vardır: ruh ve beden. Ve bu iki unsurun kendilerine özgü hastalıkları da vardır. Örnek olarak “melankoli” ruha dair incelenmesi gereken bir konudur ve İbn-i Sina buna dair değerlendirmelerde bulunur.

İbn-i Sina’nın Kasr-i Meyl’i:

İbn-i Sina, ona asıl ününü kazandıran tıp alanı dışında diğer ilgilendiği alanlarda da önemli çalışmalara imza atan bir bilim insanı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Fizik alanında; optik ve dinamik konularına ilgi duyan İbn-i Sina, “hareket” konusuyla ilgili “Kasr-i Meyl” (hareket etme isteği) kavramını ortaya koymuştur. Ona göre bir cisim, engelleyici bir unsur olmaması durumunda sürekli hareket edebilir. Kasr-i Meyl, cismin hızı ve hareket hızıyla doğru orantılıdır. Kasr-i Meyl kavramı Batı’da “İmpetus” adıyla bilinmektedir. İbn-i Sina bunun yanı sıra görme konusunda da araştırmalar yapmış, ışığı ele almış ve ışığın hava içerisindeki hareketi ile ilgilenmiştir. Ona göre görme; dışarıdan göze gelen ışınların hareketi ile mümkün olmaktadır.

Transmutasyon teorisine bakışı:

İbn-i Sina’nın kimya alanında da transmutasyon (simya) teorisinin doğru olup olmadığını araştırmış, araştırmaları sonucunda ise bu teoriyi reddetmiştir. Su üzerinde deneysel bir çalışma yapan İbn-i Sina deney sonunda su içindeki tuzlara bağlı olan beyaz renkli bir sıvıya ulaşmış, bunun zaten olağan olduğu varsayımından yola çıkarak simyaya karşı çıkmıştır.

Aristoteles’den etkilenen düşünceler ve İbn-i Sina Felsefesi

İbn-i Sina felsefe alanına da yakınlık duymuş, duyduğu bu yakınlık sayesinde İslam dünyasının önemli filozoflarından biri haline de gelmiştir. El-Kindi, El- Farabi ve İbn-i Rüşd ile birlikte dört Aristotelesçi İslam filozofu arasında yer alan İbn-i Sina’ya göre; bilgi üç aşamalıdır.

  • Temel bilim
  • Doğa bilimleri bilgisi
  • Felsefe incelemeleri

Bu düşüncesi doğrultusunda El- Farabi’nin el yazmalarını okuyarak felsefe alanında kendini geliştirmeye başlayan İbn-i Sina, El-Farabi’nin Aristotelesçi fikirlerini Yeni Platoncu öğretilerle birleştirmeye çalışsa da tam olarak bir bütünlük kuramamıştır. Dünyanın ebedi olduğunu, ölümden sonra insanların tekrar dirileceğini reddeden düşünceleri eleştirilmesine neden olmuştur. Özellikle tutucu bir filozof olan Gazali, onu sert bir şekilde eleştirmiştir. Düşünceleri nedeniyle ülkesini terk etmek durumunda kalmış, tutuklanarak zindana bile atılmıştır. Tutuklandığı dönemde de çalışmalarını sürdüren İbn-i Sina aşağıdaki dizelerle iğnelemelerde bulunmuştur:

“Gördüm ki İbn-i Sina hükmedenlerce aldatılmış

 ve en beter ölümlere terk edilmiş zindanda,

Eseri Şifa kavuşturamadı sağlığına,

Necat dahi kurtuluşu sağlayamadı ona.”

Bu dizelerde geçen Şifa (iyileşme) ve Necat (kurtuluş) onun önemli eserleridir, burada onlara da göndermelerde bulunmaktadır.

İbn-i Sina “Aksam el-ulum” adlı eserinde felsefeyi şöyle tanımlamıştır;

“Felsefe spekülatif bir sanattır, insan buradan tüm varoluşunu belirleyen ve eylemlerini yönlendiren şeyleri özümseyerek yararlanır, böylelikle ruhu inceler ve yetkinleşir, bilgisi artarak izan ve feraset sahibi olur, mevcut dünyaya benzer hale gelir ama insani yetilere uygun olarak başka bir dünyadaki en büyük mutluluk için kendini hazırlar.” 

Fransa’da İbn-i Sina adına bastırılan bir pul örneği.

Yine ona göre felsefe ilimleri teorik ve pratik olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Teorik olanlar yani matematik, doğa bilimi ve metafizik aklı sürekli düşünür bir hale getirerek, ruha düşünme yetisini kazandırır. Pratik felsefe yani etik ise; teorik düşünme yetisini kişinin karakter özelikleriyle birleştirerek eylemler ile de ilişkilendirir.

İbn-i Sina bu çalışmalarının yanısıra kuramsal felsefe bilimlerini de sınıflandırmıştır. Kuramsal felsefeyi üç bölüme ayırır;

1. Bölüm: gök cisimleri, öğeler gibi tanımı maddeye, maddenin hareketine bağlı  şeyleri  ele alır.

2. Bölüm ara bir aşamadır ve bu aşamada, varoluşu maddeye ile harekete bağlı ama tanımı  ikisinden de farklı kavramlar bulunur; mesela geometrik biçimler ve sayıları ele alır.

3. Bölümde ise; varoluş ve tanımın olmadığı hareketten bağımsız şeyler vardır.

Gök cisimleri, öğeleri ele aldığı ilk bölümü “doğa felsefesi” olarak nitelendiren İbn-i Sina doğa bilimlerini ise felsefenin hareketleri ve değişimlerini ele alan bölümleri olarak ele almıştır. Bunları Aristotales’e göre sınıflandırmıştır, ona göre bu bölümler şu şekildedir;

1.Bölüm: Tüm doğal cisimlerde ortak olan madde, biçim, hareket, hareket eden ve hareketler arasındaki ilişki…vb. bunların hepsi fiziktir ve ilk bölümdedir.

2.Bölüm: Evrenin temelini teşkil eden cisimler, yani gökyüzü ve gökyüzü cisimleri bu bölümdedir.

3. Bölüm: Oluş ve bozuluş evreleri, tanrısal yaratışın güzelliği oluş ve bozuluş ilkelerle bu bölümde yer alır.

4.Bölüm: Yıldızların kayması, gökkuşağı, depremler, deniz ve dağlar bu bölümü oluşturur.

5.Bölüm: Madenler ve madenlerin durumları bu bölümü oluşturur.

6.Bölüm: Bitkilerin durumları bu bölümü oluşturur.

7.Bölüm: Hayvanlar ve hayvanların doğası bu bölümdedir.

8.Bölüm: Ruh bilgisi son bölümdür.

İbn-i Sina ilk aşamayı çok önemsemiş ona bağlı olarak alt sınıflandırmalar yaparak ve bunları bilimsel ilkeler ve felsefi ilkeleri harmanlayarak kendi düşünce sistemindeki sınıflandırmayı oluşturmuştur.

Bilimlerin ara aşaması olarak nitelendirdiği ikinci aşama (matematik) yine ona göre kendi içinde sınıflandırılmalıdır. Ona göre matematik şu konuların birleşimidir:

i) Aritmetik

ii) Geometri ( jeodezi, yüklerin hareketi, optik ve aynalar, sıvıların hareketi olmak üzere yine bir sınıflandırma ihtiyacı duymuştur.)

iii) Uzay bilimi (astronomi, gök küreler, yıldız karışımları…vb.)

iv) Müzik aletleri öğretisi ( melodi ve ritm ilişkisi olarak incelemiştir.)

Ara sınıf olarak nitelendirilen matematiğe değinmişken, İbn-i Sina’nın matematik alanındaki düşünceleri ve çalışmalarına yer vermemiz de iyi olacaktır.

“Matematik, varlıkta maddeden ayrılmayan ama yansıtma sırasında ayrılması mümkün olan durumların ilmidir.”

Matematiği böyle tanımlayan İbn-i Sina Hint aritmetiğine ilgi duymuş ve Hint rakamlarını eserlerinde kullanmıştır. Öklid’in geometri kavramlarının yorumunu yapmış, astronomini ve matematik arasında ilişki kurmuş, trigonometri hesapları ile ilgilenmiştir.

Astronomik incelemeler ve İbn-i Sina

İbn-i Sina astronomi konusunda kuramsal sorunlara eğilen en az yedi risale ele yazmıştır. Bu alandaki en önemli eserleri “Astronomi Müşahedeleri Kitabı” ile “Almagest Elkitabı”dır. Almagest Elkitabı isimli eserinde İbn-i Sina, ilkesel ve öze ilişkin sorunları ele almıştır. Gerçekleştirdiği gözlemleri ve astronomi araçlarındaki değişiklikleri ele alan İbn-i Sina bunları da eserine yansıtmıştır.

Müziğin doğası ve İbn-i Sina

Müziği matematiğin dördüncü bölümü olarak nitelendiren İbn-i Sina bu konuda Antikçağ örneklerine bağlı kalmıştır. Ses perdeleri, kakoforiler, harmoniler, sistemler, ritimler vb. konularda makaleler yazmış, çoksesliliğe ilişkin yorumlarda bulunmuştur. Müziği tıp içerisinde de kullanmaya çalışmıştır. Örnek olarak; bir ruh hastasının tedavisinde müzikten yararlanılabileceğini öne sürmüştür.

İran’dan Batı’ya yayılan bir ün, tıp alanından felsefeye kadar bilgi arayışında olan bir bilim insanı. 57 yıllık yaşam öyküsüne sığdırdığı sayısız bilimsel çalışma ve eser. Başarılarıyla hala anılan, adı Ay’da bir kratere ve üniversiteye verilen bir dönemin ünlü kişisi. İşte İbn-i Sina bu tanımlamalarla karşımıza çıkmakta ve çok yönlü kişiliği ve bilgiye olan düşkünlüğü ile kendine hayran bırakmaktadır. Bu yazıda kısaca onu anlatmaya çalışsak da kapsamlı araştırma yaptığınızda onun farklı branşlardaki derin araştırmaları onun neden hala konuşulduğunu anlamanıza yardımcı olacaktır. Yazımıza yine onun dizeleriyle son verirken, uzun yıllar boyunca bilim tarihi denilince akla gelen ilk isimlerden biri olmasını dilediğimizi belirtmeden geçemeyeceğiz.

“Kapkara toprağın derinliklerinden Zühal yıldızına kadar evrende karşılaştığım tüm sorunları çözdüm.

Tüm bağlar çözülmüş yalnız biri kalmıştı geriye, o da ölümün bağıydı işte.”

 

 Kaynakça:

ESKİMOLAR’IN MEVSİMSEL DEĞİŞİMLERİ

$
0
0
Eskimo ailesi

Eskimolar’ın mevsimsel değişimleri.

Eskimolar… Pek çoğumuzun ismini duyduğu avcı ve toplayıcı halk. Kendi içinde İnuit ve Yupikler olmak üzere ikiye ayrılan bu halk özellikle Alaska ile özdeşleşmiş şekilde akıllara yerleşmiştir.

Okuyacağınız bu yazı Eskimolar üzerine yapılan “Eskimo Toplumlarındaki Mevsimsel Değişimler Üzerine Bir Deneme” çalışmasına dair bir incelemedir.

Üniversitede öğrenciyken bir seminer dersi sayesinde okuduğum, Fransız Sosyolog ve Antropolog Marcel Mauss’un “Sosyoloji ve Antropoloji” isimli kitabının bir bölümünü oluşturan bu sosyal morfoloji denemesi aklımda kalan sosyolojik çalışmalardan biri oldu. Bunun nedenini büyük ölçüde Eskimoları ele almasının yanı sıra Eskimo kültürü ile mevsimsel değişiklikler arasındaki bağlamı tanıtmasına da bağlıyorum. Keza, mevsimsel değişikliklerin bir toplum üzerindeki yansımaları oldukça ilginç.

Konuya geçiş yapmadan kısaca morfoloji kavramı üzerinde durmanın yararlı olacağı inancındayım. “Morfoloji”; toplumların maddi dayanağını yani toprağa yerleşme biçimlerini, nüfusun hacmini, yoğunluğunu, dağılma biçimini ve toplumsal yaşamın merkezini oluşturan bütün şeyleri betimlemek ve daha önemlisi açıklamak amacıyla inceleyen bilim dalını ifade eder. Bu çalışma büyük ölçüde Eskimolar’a dair genel geçer ilişkileri ortaya koymak amacını taşımaktadır.

Eskimolar’ın Genel Morfolojisi üzerine…

Bir eskimo kadını.

Eskimo toplumları; 78,8’ kuzey (Itah yerleşkesi, Grönland’ın kuzeybatı kıyısındaki Smith boğazı) ve düzenli olarak gittikleri fakat kalmadıkları en uç sınır olan Hudson körfezinde( batı kıyısı) sonlanan 53,4’ güney enlemleri arasına yerleşmişlerdir. Labrador kıyılarında 54. Dereceye ve Pasifik’te ise 56,44 kuzey enlemine kadar uzanmaktadırlar. Bu yerleşkelerinin haricinde Asya’da da yerleşkeye sahiptirler.(East Cape Yerleşkesi) Kral Guillaume topraklarının pek bilinmeyen kıyı bölgeleri ve deltalar dışında benzer özelliklere sahip kıyılarda yaşayan Eskimolar bu nedenle diğer bütün kuzey toplumlarından farklıdır. Yaşadıkları bölge sırasıyla deltalardaki tundralar(kuzey kesimlerinde yetişen bir çeşit bodur ot topluluğu), dağ ve plato yükseltilerinin az olduğu yerlerden oluşmaktadır. Eskimolara göre kıyı onlar için sıradan bir şey değildir, onlara göre kıyı; “Deniz ile kara arasındaki ya da kara ile daha uzak olan diğer kara parçaları arasındaki bağlantı noktasıdır.

Eskimoların habitatı bu şekilde. Bundan sonraki aşamada karşımıza şu sorular şu çıkıyor; peki bu topluluk yerleştikleri bu alana nasıl dağılmıştır, kendi aralarında çeşitli gruplara bölünmüş müdür?

Eskimoların farklı kabilelerden oluşan bir topluluk mu yoksa bir ulus olup olmadığı tam olarak netlik kazanmış bir konu değildir. Kuşkusuz bir topluluk ya da ulusu tanıtan başlıca unsur dildir. Oldukça geniş bir alanda dil birliğine sahip görünen Eskimolar’da lehçe farklılıkları bulunmaktadır. Örnek olarak Alaska’nın kuzeyinde iki ya da üç lehçenin kendi içinde 10-12 lehçeye ayrıldığı gözlemlenmiştir. Bu konuda araştırma yapanlar bu grupları birbirinden farklı kabile olarak nitelendirmiştir.

Eskimolarda kabileler arasında farklılık yaratan en önemli unsurlardan birisi de kabile üyelerinin taşıdıkları ortak isimdir. Fakat kabilelere ait ortak isimlere göz atıldığında ortaya çıkan isimlerin özel isimden ziyade “adalılar” ya da “uzaktan gelenler” gibi çok da öznel olmayan sözcükler olması özel bir kabileye ait olup olmadığı sorununu karşımıza çıkartmaktadır. Alaska’daki ve orta bölgelerdeki kabileler dışında bilinen kabile savaşları da yoktur. Kabilelerin olduğu kabul edilmekte fakat kabilelerin kendine has özellik gösteren, belirgin sınırları olan ve kendine ait bir toprağa sahip bir oluşumdan ziyade bir araya gelen ve iletişimlerinin kolay olduğu bir grubu nitelendirdiği söylenebilir. Eskimo kabileleri olarak tabir edebileceğimiz toplulukları birbirinden ayıran en önemli fark; yaşadıkları ıssız alanlar ve her zaman geçmelerinin zor olduğu burunlar nedeniyle olmaktadır. Bu yüzden bir yerden başka yere geçişleri oldukça nadirdir ki bu da onları bir kabileye ait olma durumunda bırakmıştır. Tam anlamıyla bir kabile görüntüsü veren tek grup Smith boğazındaki Eskimo grubudur. Coğrafi şartlar nedeniyle diğer tüm gruplardan ayrılan bu grubun üyeleri tek bir aile gibi özelliğe sahiptir.

Eskimolarda birliği sağlayan temel şey; yerleşkedir.  Yerleşke, özel bağlarla bir araya gelen toplu aileler grubunu ifade eder. Yerleşkenin kalıcı bir ismi vardır ve kabileye ait diğer deyimsel adlardan bu noktada ayrılır. Dil, din ve ahlak birliğinin sağlayıcısı olan yerleşkenin sınırları net bir şekilde çizilmiştir. Dil ve din arasında ilginç bir bağ vardır. Bu bağı şöyle açıklamak gerekir; reenkarnasyon gibi dini inançlara sahip Eskimolar’da ölülerin isimleriyle ilgili bir tabu sistemi kurulmuştur, yani bir kişi ölünce onun özel ismini içeren bütün ortak isimler kaldırılmaktadır. Bu durum konuşulan dil üzerinde dini inancın etkisini gösterir. İlginç başka bir nokta da son ölen kişinin isminin ilk doğan bebeğe verilmesidir. Burada yeni doğan çocuğun ölen kişinin ruhunu taşıdığına inanılmakta ve aynı isimler tekrarlanmaktadır.

Yerleşkeden bahsetmişken, yerleşkelerin dağılımı üzerinde de kısaca durabiliriz. Grönland’ı ele alalım, 1821’de Farvel burnundan Graah adasına kadar yapılan araştırmada sadece 17 yerleşim yeriyle karşılaşılmıştır. Yerleşke sayısı giderek azalmış günümüzde ise bölgede her yer ıssız hale gelmiştir. Bunun nedeni büyük ölçüde 1825’den itibaren güneydeki Avrupa yerleşim yerlerinin ve zengin kaynaklarının Eskimolar’ı doğrudan Frederiksdal’a çekmesidir. Yani yeni ortaya çıkan kaynaklar ve hayat şartları göçe neden olmuş, bunun sonucunda günümüzdeki dağılım ortaya çıkmıştır.

Eskimo yaşam alanlarından bir diğeri olan Alaska’da da en yüksek dağılım Togiak nehri çevresindeki yerleşim yerleridir.  Burada en güçlü kabile “Kuskowigmiutlar” olsa da nüfus açısından en kalabalık kabile değildir. Balık açısından son derece zengin nehirlerin yanına yerleşmiş olmaları onları güçlü kılmıştır. Bu da coğrafi şartların kabileler üzerindeki etkisine güzel bir örnek teşkil etmektedir. Alaska’da da coğrafi şartlar doğrultusunda bir dağılım söz konusudur. Zaten küçük ölçekli bir yerleşim Eskimo doğasında mevcut olan bir durumdur.

Eskimolar’ın zaman içerisinde Avrupalıların etkisinde kaldığı da gözlemlenmiştir. Sömürgeci bir zihinle bölgeye gelen Avrupalılar özellikle Alaska’daki “Kassiamiut” yerleşkesinde belirgin izler bırakmıştır. Yerleşkenin bulunduğu bölge Avrupalı balina avcılarının gözde duraklarından biri haline gelmiştir

Eskimolarda yaşlı ve çocuk sayısı azdır. Dul kadın sayısı fazladır ki bunun nedeni büyük ölçüde meydana gelen deniz kazalarına bağlıdır. Çevrelerindeki koşullara göre davranan Eskimolar balık ve hayvan avcılığıyla geçimlerini sağlamaktadır. Kış ve ilkbaharda fok avına çıkan Eskimolar yazın ise kara hayvanlarının avlanabileceği alanları tercih ederler.

 Mevsimsel morfoloji Eskimolar’ı nasıl etkiler?

Eskimolar’ın genel morfolojisini kısaca açıklamaya çalıştık. Eskimolar’ın yaşamları hakkında temel unsurları kısaca ele aldık. Peki, mevsimlerin Eskimo sosyal yaşamı üzerinde ne gibi bir etkisi olabilir? İşte bu nokta keyifli ve ilginç bir bölümün başlangıcını teşkil ediyor.

Yazın çadırlarda ve dağınık bir şekilde yaşayan halkın kışın bir yerleşke içerisinde sıkışmış bir halde barınması kuşkusuz sosyal yaşam üzerinde değişiklik yaratmaktadır.

Yazlık Çadır “Tupik” – Kaynak: Archives.Ca

Öncelikli olarak kısaca kısaca konutlar üzerinde duralım. Eskimolar’ın yazın konakladıkları   “Tupik” ismini alan çadır, koni biçiminde yerleştirilen sırıklardan oluşmaktadır. Kimi yerlerde çadırlar fok derilerinden de yapılabilmektedir. Temel olarak eğimin keskin olduğu yerde kurulması amaçlanır, bu dayanaklı olması içindir. Çadırda yaşayan kişiler çekirdek bir ailenin üyesidir. Her çadırda tek bir lamba bulunur ki bu Eskimo dünyasına ait ilginç bir kuraldır. Aynı şekilde çadırda deriden yapılan ve uyumak amaçlı kullanılan tek bir bank bulunur, misafir için ayrı bir bölme bulunmaz.

Kışın çadırdan eve geçen Eskimolar, kışlık evlerini de eğimli bir alana inşa ederler. Eskimo evinin tipik özelliği uzun bir ev olmasıdır. Evi oluşturan üç unsur; dışarıdan başlayan ve yarı çukur olan bir kulvar, lambalar için yerleri olan bir bank ve bölme duvarlardır. Bulunulan bölgenin coğrafi şartları, kullanılabilecek materyaller evlerde farklılıklar göstermektedir. Örnek olarak Mackenzie’de bolca sel kütüğünün olması evlerin kütüklerden yapılmasına neden olurken, bazı bölgelerde balina kemikleri kullanılmıştır.

İgloo örneği. (Kaynak: Arcticphoto.co.uk)

Bilinen en meşhur Eskimo evi olan “İgloo”, Eskimoların temel hammaddelerinden oluşmuştur; yani kardan. Amerika’nın kuzey kıyılarında görülen İgloo’lar büyük evler olup, birden fazla yapıyı içermektedir. İki üç İglou bir arada olur, ucu yer altına inen bir kulvar içerir.

Ağaç ve balina kemiklerinin olmaması taş evlerin de yapılmasına yol açmıştır. Yoksulluğun olması zamanla büyük evler yerine daha küçük evlerin inşasına neden olmuş, konutlar çeşitli unsurlar dâhilinde şekillenmiştir.

Çadırda daha öncede bahsettiğimiz gibi tek bir aile yaşarken, kışlık konutta birden fazla aile bir arada yaşamaktadır. Grönland’da ev içinde her ailenin kendine ait yeri vardır. İgloolar’da her ailenin kendine özel bir bankı vardır. Yine kışlık bir ev olarak tasarlanan fakat evlerin dışında bir yapı olan “Kashim”(Toplandığım yer) günümüzde birçok yerde olmasa da Alaska’nın tamamında görülmektedir. Bölmenin olmadığı bu yerleşim yapısı bütün yerleşim yerine ait ve sadece kışlık bir yapıdır.

Yazları dağınık bir şekilde çadırlarda yaşayan Eskimolar’ın kışın bir arada aynı çatı altında yaşamaları ve ortak kullanıma sahip Kashim’de toplanmaları kuşkusuz sosyal hayat üzerinde ciddi farklılıklar yaratmaktadır. Dini inançları konusunda mevsimsel değişimler oldukça etkilidir ve bu konu oldukça ilginçtir. Kış döneminde katı bir şekilde bağlı olunan inançlardan yaz döneminde bir kopuş söz konusudur. İnanç kavramı aile içinde doğum, ölüm ayinlerine ve bazı yasakların gözetilmesine dönüşür. Kış mevsiminde dini taşkınlık söz konusudur. En basit olaylar bile büyücülerin müdahalesini gerektirir. Şaman ayinleri söz konusu olabilmektedir. Alaska’da ve özellikle de Saint Michel körfezinde Unalitler’de yapılan sidik torbası bayramı da (şarkılar ve maskeli danslar sonrasında öldürülen deniz hayvanlarının sidik torbalarının denize atılması) dini bir bayramdır.  Yine benzer şekilde ölüler bayramı da ölüler ve dünyadakiler arasında bir bağ oluşturan bayram olarak kutlanmaktadır.

Kışlık evlerde yaşam ahlaki açıdan da kuralları beraberinde getirmektedir. Aile ve akrabalık ilişkilerine benzer bir sistem aynı İglou içerisinde yaşayan ailelerde de vardır. Kışlık sistemde iyi avcı olan ve yaşlı olan biri “Şef” olarak seçilir. İç anlaşmazlıklar Şef tarafından çözülür. Kışlık sistemde toplumsal bir birlik söz konusudur ve hukuk sistemi kuralları uygulanır.

Yazlık yerleşim sisteminde fazla bir mülkiyet yoktur. Elbiseler, muskalar, silahlar, kayık ve kadına ait olan lamba. Yani aileler taşınabilir az sayıda mala sahiptir. Kış sisteminde ise; ortaklık rejimi söz konusu olur. Bireysel mülkiyet yerine paylaşımcı bir sistem ön plana çıkar.

Görüldüğü gibi Eskimolar’da ikili bir yaşam şekli söz konusudur. Birbirinden tamamen kopuk olmasa da yazlık yerleşim sistemi ile kışlık sistem arasında farklılıklar göze çarpmaktadır. Mevsimler sadece fiziksel olarak etki etmemekte sosyal hayatın şekillenmesini de büyük ölçüde etkilemektedir.

Kaynakça:

- MAUSS,Marcel. “Sosyoloji ve Antropoloji”. çev. Özcan Doğan. İstanbul: Doğu Batı Yayınları, 2005

- http://en.wikipedia.org/wiki/Eskimo

CADILIK MI KÖTÜ YOKSA İNSANLIK MI? : AVRUPA’DA CADI (KADIN) AVLARI

$
0
0

“Üst tarafları kadındır onların ama alt tarafları hayvandır; bellerinden yukarısı tanrılarındır ama aşağısı şeytanın malıdır… Cehennem, zulmet, kükürt kuyuları, alev alev ateşler, kaynar sular, pis kokular hep, hep oradadır…”

Yukarıda okuduğunuz mısralar, Shakespeare’nin Kral Lear adlı oyunundan… Peki, böylesine kötü olarak betimlenen kimler mi? Cadılar. Şu bizim masal ve filmlerden aşina olduğumuz sevimli cadılar ya da çirkin, süpürgesiyle uçan cadılardan değil de bir dönem diri diri yakılan ya da asılan kadınlar!

Bu konuda araştırma yaparken bir kadın olarak kendimi tuhaf hissettiğimi belirtmeliyim. Okuyacağınız bu yazı “Cadı” kavramı üzerine kurgulanmış olsa da arka planda çağlar boyunca kadınlara karşı gösterilen saldırgan tutumları, kadın cinselliğinin nasıl kullanıldığını da gösteriyor.

Benim cadılarla tanışmam çocukluğuma denk gelir, birçoğumuzun da öyle değil midir? Masallarda dinlediğim kötü yürekli, çirkin, süpürgesiyle uçan yaşlı cadı, bir iki çizgi filmde geçen iyi yürekli, sevimli cadılar… Eğer sizin için de “cadılık” bunlarla sınırlıysa bu yazıda cadıları bir de benden dinlemenizi öneririm. Keza benim anlatacağım cadılık hikâyeleri biraz daha farklı gelebilir. Bakalım sizi aşina olduğunuz cadı hikâyelerine mi götüreceğim yoksa tarihin karanlık sayfalarına mı?

Genel tanımıyla cadılık; tarihi, antropolojik, dini kaynaklarda sihir ve büyü yetenekleri olarak tanımlanır. Cadı ise cadılık öğretilerini uygulayan kişi (kadın) olarak ifade edilir. Cadı ve cadılık, tarihi araştırmalarda izine az rastlanılan bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun nedenlerinden biri bu sebepten kurban edilen kadınların çoğunun fakir köylü kadını olması olabilir. Yaklaşık 200.000 kadının yakılarak öldürülmesi gibi büyük bir katliam maalesef Avrupa tarihinde çok önemli bulunmamaktadır.

Cadı avının ortaya çıkışı ve ilerlemesi:

Cadı avları ilk olarak 15.yüzyılda Fransa’nın güneyinde, Almanya’da, İsviçre ve İtalya’da görülmeye başlanır.  Avrupa köylülerinin en çok güçlendiği dönemde başlayan cadı avları, devletin ve soyluların giderek artan saldırgan tutumu karşısında köylülerin direncini büyük ölçüde kırmıştır. Cadı avlarının Ortaçağ’da başladığına dair bir kanı olabilir, fakat karanlık çağ olarak tabir edilen Ortaçağ’da toplu olarak infazlara rastlanılmamıştır. 15.yüzyıla gelindiğinde halk ayaklanmaları, salgınlar ve cadı avları bir kriz dönemini ortaya çıkarmıştır. Bu dönemde gelişimine inanılan cadı öğretileri zaman içerisinde büyücülüğün, doğaya, devlete ve Tanrı’ya karşı yapılan en büyük suç olduğuna karar verilmesine yol açmıştır. 1435 – 1487 yılları arasında cadı avı üzerine 28 inceleme yazılmıştır. 1486’da yayınlanan Malleus Maleficarum’da (Cadıların Çekici), Summis Desiderantes (1458) adlı papalık bildirisi incelenmiş, kiliseye göre cadılığın büyük bir tehlike olarak görüldüğü belirtilmiştir. 16.yüzyılın ortalarından sonra cadı olarak yargılanan kadınların sayısı artmış ve cezalandırma yetkisi Engizisyon’un(Katolik Kilisesi’ne bağlı bir mahkeme sistemi) elinden alınarak seküler mahkemelere verilmiştir. 1580-1630 yılları arası feodal ilişkilerin kapitalizme özgü siyasi kurumlara dönüşmesiyle cadı avları doruk noktasına ulaşmıştır.

Şekil 1: Avrupa’da bir cadı mahkemesi tasviri (Kaynak: sott.net)

Cadılığın cezasının ölüm olması, 1532’de Katolik V. Charles tarafından yürürlüğe konan Emperyal Yasa Carolina, Protestan İngiltere’de 1542, 1563 ve 1604 yıllarında geçirilen üç Parlamento Yasası ile yasal hale getirilmiştir. Bu yasaların devamında halkı birbirinden şüphelenecek duruma getiren ve dirençsiz kılan, cadılara yardım edenlerin cezalandırılacağını öngören otoriteler gittikçe daha baskıcı bir role bürünmüştür. Öyle ki, Almanya’da Alman Prensliği’nin onayıyla Lüteriyen Kilisesi tarafından görevlendirilen ziyaretçiler halkı şüphelendikleri kişileri ihbar etmeleri yönünde kışkırtma görevine sahip olmuştur. Kuzey İtalya gibi bazı ülkelerde yetkililer şüphelenme olaylarını abartarak, halka deşifre etme amacıyla şüphelenilen kişilerin elbiselerine işaretler koymuş, onları tecrit etmeye çalışmışlardır. Söz konusu durum bile o dönemin korkunç yaklaşımını göstermektedir. Cadı avları çok çeşitli propagandalarla meşrulaştırılan katliamları ifade etmektedir. Bu dönemde cadıların yakalanış, yargı ve infaz süreçleri yazılı basının başlıca konularından biri olmuştur. Bu zulme katkıda bulunanlar arasında yargıçlar, jüriler ve demonologların(şeytanın varlığını araştıranlar) yanı sıra Alman Hans Baldung gibi sanatçılarında olması oldukça ilgi çekicidir. Yine bu dönemde cadı avlarını toplumsal bir kontrol açısından onaylayan İngiliz siyaset kuramcısı Thomas Hobbes ve enflasyon üzerine ilk bilimsel çalışmayı yapan Jean Bodin’in cadılara karşı olan nefret dolu söylemleri oldukça etkili olmuştur. Öyle ki Bodin’in sık sık bu davalara katılması, cadıların diri diri yakılmaları hatta çocuklarının da yakılması yönündeki beyanlarını içeren Demomania adlı eseri bakış açılarının ne denli ürkütücü olduğunu göstermektedir. Cadı avı üzerine, Bacon, Kepler, Galileo, Shakesperare gibi dâhiler döneminde de tartışılmaya devam edilmiş ve cadılık yine büyük bir suç olarak görülmeye devam edilmiştir.

Cadı avlarının politik nedenlerden ötürü arttığı varsayımına ulaşılsa da kilisenin de rolü büyüktür. Papalık bildirileri, kilisenin kadın düşmanı tavrı cadılık avını tetiklemiştir. Ancak sanıldığı gibi cadı avları Katolik kilisenin tekelinde değildir. Protestan inancının hüküm sürdüğü ülkelerde de cadı avlarının sayısı oldukça fazladır. Öyle ki seküler mahkemelerin infazları Engizisyon Mahkemeleri’nin infaz sayısından daha fazla olmuştur. Cadı avı zamanla sınır tanımaksızın ilerlemiş, tuhaf bir şekilde Avrupa ülkeleri arasında birleştirici bir unsur haline gelmiş, Fransa’dan İsveç’e kadar uzanan bir alanda oldukça etkili olmuştur.

Cadılık Suçlamaları:

Buraya kadar kısaca cadı avının ortaya çıkışını ele aldık. Sıra ilginç bölümlerden birine geldi. Cadı avı altında yüzlerce kadın yakılmış ama acaba hangi suçlardan dolayı?

Cadı olduğu iddia edilenlere karşı en genel suçlamalar olarak, bedenlerini ve ruhlarını şeytana satmaları, büyü yaparak çocuk öldürmeleri ve onların kanlarını emmeleri, hayvanlara ve mahsullere zarar vermeleri, fırtınalar çıkarmaları olarak belirtebiliriz. Bu suçlamalara karşı cadı olarak suçlanan kadınların savunmalarının da olmayışı oldukça ilginçtir. İşkence altında alınan ifadeler dışında yazılı beyanların olmayışı dönemin yargı sürecinin ne denli sert olduğunu göstermektedir. Cadı avları kadın bedeninin, emeğinin, cinselliğinin ve yeniden üretim yetilerinin devlet kontrolü altına alındığı bir dönemin başlangıcını teşkil etmiştir. Öyle ki toplum içerisinde hoş görülmeyen kadın davranışları bile zamanla cadılıkla özdeşleştirilmeye başlanmıştır. Kanıt bulunamasa dahi gerçekleştirilen infazlar dönemin cadı avlarının sadece büyücülükle ilgili olmadığını göstermektedir. Cadı avlarının arka planındaki belirleyici unsurlar olarak, topraklara el konulması, kolektif ilişkilerin yok olması ve kırsal kapitalizmin gelişimi olarak belirtmek mümkündür. Korku ve zulmün artması, zaman içinde durumu en yakın kişilerin birbirlerinden şüphelenmesi noktasına getirmiştir. İngiltere’de cadı olarak suçlanan kadınların, yardımlarla ayakta duran yaşlı kadınlar ya da yemek dilenen kadınlar olması ilginçtir. Bu kadınların aşırı yoksul olması, onların yiyecek için şeytanla işbirliği yapmış olmaları gibi tuhaf kanılara yol açmıştır. Kendilerine sadaka vermeyenleri lanetlemeleri, mahsullere zarar vermeleri… vb. suçlamalarla bu kadınlar infaz edilmiştir. Bu noktada kayıt altında bulunan ilginç bir suçlama metnini paylaşmak isterim:

“Komşusunun tarlasından izin almadan bir sepet armut topladı. Geri vermesi istendiğinde öfkeyle armutları fırlattı, o günden sonra tarlada bir daha armut yetişmedi. Sonra William Goodwin’in uşağı mayasını almak istemedi, bunun üzerine birası kuruyup gitti. Efendisinin toprağından odun çalarken bir görevli tarafından yakalandı, sonra görevli delirdi. Bir komşusu atlarından birini ödünç vermeyi reddedince atlarının hepsi öldü. Bir beyefendi hizmetçisine onun ayranını almamasını söyledi, daha sonra ne yağ ne de peynir yapabildiler.”

Şekil 2: Cadılar ve şeytanın yakın ilişkisini gösteren bir tasvir (Kaynak: 4.bp.blogspot.com)

Bu suçlamalara maruz kalan kadın, 75 yaşında Margaret Harkett isimli bir İngiliz vatandaşıdır. 1585 yılında Tyburn’de infaz edilmiştir. Trajikomik değil mi? Buna benzer birkaç örnek daha vermek gerekirse;

Waterhouse Ana: Ekmek ve yağ dilenirken komşularıyla münakaşa etmekten infaz edilmiştir.(1566)

Elizabeth Francis: Kendisine maya vermeyen komşusunu lanetlemiş, komşusunu hasta etmiştir.

Ursula Kemp: Kendisine biraz peynir vermeyen bir Dük’ü topal etmiştir.(1582’de infaz edilmiştir)

Alice Newman: On iki pens istediği ama alamadığı yoksulların tahsildarı Johnson’un vebaya tutularak ölmesine neden olmuştur.

Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi ölen kadınların çoğunluğu yoksul sınıfın üyeleridir. O zaman zengin kesimin alt sınıflara karşı takındıkları tutumlardan kaynaklı ölümlerin yaşandığı varsayımında bulunmak da çok yanlış olmayacaktır. Büyüye olan savaş altında aslında kadınlara yönelik savaş söz konusudur. Kadınların büyüye daha yatkın olarak görülmelerinin yanı sıra bazı köylü ayaklanmalarında görüldüğü gibi (Montpellier-1645) kadınların köy hayatında önemli bir güce sahip olmaları ve bu gücün kırılmasını sağlamak amaçlı kadınlara yönelik saldırgan bir tutum geliştirildiği varsayımları da ilginçtir.

Cadıların geceleri Cadı Sabbatı olarak adlandırılan gizli toplantılara katıldıkları, belli bir örgütlenme çalışması yaptıklarının savunulması ve bunun otoriteyi sarsacak nitelikte bir tehlike olduğunun savunulması cadılık olayının boyutlarını değiştirmektedir. Bu toplantılarda daha çok çocuk olmak üzere insan etinin yendiği savunulmuş hatta bu varsayımlar tasvir edilmiştir.

Cadı avlarının ilk ortaya çıktığı bölgelerin, heretiklerin zulme uğradığı bölgeler olarak ortaya çıkması ilginçtir. Heretikler de yine büyüyle uğraşan bir gruptur. Cadılığın o emrine giren gerçek dine hakaret, oğlancılık, bebek katli, hayvanlara tapınma gibi suçlarla itham edilen heretikler de kazıklarda yakılarak öldürülmüşlerdir. Heretikler ve cadılar arasındaki en önemli fark cadılığın kadınlara ait bir suç olarak görülmesidir. Bu durum özellikle 1550-1650 yılları arasında geçerlidir. Cadının bir kadın olduğu, Tanrı’nın erkekleri böyle bir musibetten koruduğuna dair beyanlar ilginçtir. Mallus Maleficarium yazarları kadınların asla tatmin edilemeyen şehvetleri yüzünden cadılığa daha yatkın olduğunu öne sürmüş, Martin Luther gibi yazarlar ise kadınların ahlaki ve zihinsel zayıflıklarını bu sapkınlığın kaynağı olarak göstermişlerdir. Bu duruma göre kadınların cinsiyet yüzünden baştan böyle bir şeye meyilli olabileceği öne sürülmektedir.

Cadılık davalarında göze çarpan önemli bir unsur üreme suçlarının da vurgulanmasıdır. Cadılar insanların üreme gücünü elinden almak, kürtaj yapmak ve çocukları öldürerek soyları tüketmekle suçlanmıştır. Cadı olarak tabir edilen kadınlar arasında “ebe”lerin de olması buna bağlanmıştır.

Cadılığa atfedilen önemli suçlardan birisi de cadıların erkekleri baştan çıkarmalarıdır. Öncelikli olarak şeytanın baştan çıkardığı kadın, diğer erkekleri de yoldan çıkarmaya çalışmaktadır. Malleus’da bu durum şöyle ifade edilmiştir;

“Cadıların cinsel ilişkiye ve gebe kalmaya sirayet edebilmesinin yedi yolu vardır: Birincisi erkeklerin zihnini aşırı tutkuya yöneltmek, ikincisi onların üreme güçlerini ellerinden almak, üçüncüsü bu işi gerçekleştiren uzvu ortadan kaldırmak, dördüncüsü erkekleri hayvanlara çevirmek, beşincisi kadınların üreme güçlerini ellerinden almak, altıncısı kürtaj yapmak ve yedincisi şeytana çocuk kurban etmek…”  

Cadılıkla suçlanan kadınların maruz kaldıkları işkencelere bakıldığında oldukça ürkütücü bir tablo karşımıza çıkmaktadır. Standart olarak cadılıkla suçlanan kişi, çırılçıplak soyulmakta, tamamen tıraşlanmakta, cinsel organı dâhil olmak üzere tüm vücuduna uzun iğneler batırılmaktadır. Bakire olup olmadığının anlaşılması için tecavüze uğramakta, daha da ileriki boyutlarda etleri lime lime edilmekte, kemikleri kırılmaktadır. İnfaz edilmesine karar verildiğinde ise herkese ibret olması için topluluk önünde asılmakta ya da yakılmaktadır. Bu vahşi durum karşısında erkeklerin bu duruma karşı çıkacak bir şey yapmamaları da oldukça trajiktir.

Avrupa’da cadı avları 17.yüzyılın sonralarına doğru son bulmuştur. Bu dönemde sağlanan toplumsal disiplin sonrasında cadı davaları ve cadılık alay konusu haline gelmiştir. İki yüzyıl boyunca öldürülen yüzlerce kadından sonra birden bire cadı davalarının unutulması, durumun sadece büyücülükle ilgili olmadığını bir kez daha göstermektedir.

Şekil 3: Salem Mahkemesi’nde(Amerika) cadı olarak yargılanan bir kadın (Kaynak: findingdulcinea.com)

Avrupa’daki cadı avlarının benzeri Yeni Dünya’da (Amerika) da görüldüğünden buradaki durumdan da kısaca bahsetmemizde yarar var. Bu bölgeye gelen İspanyollar bu bölgede yaşayan ve çok tanrılı eski dine inanan kadınları (Andlı kadınları) şeytanla anlaşma, havada uçma, balmumundan putlar yapma gibi cadılığa ait suçlarla suçlamışlardır. Amerika’da da suçlananlar Avrupa’dakine benzer şekilde infaz edilmişlerdir. Salem Cadı Mahkemeleri’nde yargılanan ve infazına karar verilen kişiler arasında 9 erkeğin de olması dikkat çekici bir durumdur.

Tüm bu bilgiler ile Avrupa’da cadı avını ele aldığımızda sadece büyücülükte bağlantılı kalmayan zamanla özellikle kadınlara yönelik saldırgan bir tutumu yansıtan bir katliam olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Cinselliği kötüye kullanma, küfür, kavgacılık gibi olumsuz olarak tabir edilen tüm davranışlar da zamanla cadı adı altında kadınlara atfedilerek, suçu kanıtlanamasa dahi yüzlerce kadın katledilmiştir. Bunun kadınların güçlü olduğu bir dönemde (özellikle köylü kadınlarının) başlaması ve toplumsal sistemlerin değişimine kadar devam etmiş olması(yaklaşık iki yüzyıl boyunca) bu avların büyük ölçüde devlet otoritesi çerçevesinde şekillendiğini göstermektedir. Cadı avları büyücülüğe karşı bir savaştan çok kadınlara yönelik bir savaş olarak yüzlerce kadının yok olmasına neden olmuştur.

Kaynaklar:

  • FEDERİCİ, Silvia. “Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim”. çev. Öznur Karakaş. İstanbul: Otonom Yayınları, 2011
  • http://www.faculty.umb.edu/gary_zabel/Courses/Phil%20281b/Philosophy%20of%20Magic/Arcana/Witchcraft%20and%20Grimoires/deBlecourt-womenaswitch.pdf
  • http://tr.wikipedia.org/wiki/Cad%C4%B1l%C4%B1k

CANİBA’DAN HANNİBAL’E: YAMYAMLIK (ANTROPOFAJİ)

$
0
0

cannibal_rect

“Ve böylece, Karaipli kafatasının, burjuvanın siyah ipekten şapkasının altından çıkması gibi, yamyam da halk kitlelerinin içinde ortaya çıkmaya başladı.”
                                                                                                                                                                                                                                      Gustave Flaubert, 1854

Yamyamlığı tasvir eden bir resim.

Yamyamlığı tasvir eden bir resim.

Kanibalizm, Antropafaji, İnsan Yiyicilik ya da en çok bilinen karşılığıyla Yamyamlık, ilk duyulduğunda Kuzuların Sessizliği’ndeki Hannibal Lecter’ı, bir kazan içinde bölgeye gelen masum turistleri pişiren yerlileri ya da bir çeşit ruhsal bozukluk sonucu insan yeme eyleminde bulunan insanları akla getiriyor olabilir.

“İnsan, başka bir insanı neden yer ki? Bu ne kadar iğrenç bir şeydir!” gibi düşünceler sonucu edindiğim merak bu ay bu konuda araştırma yapmamı sağladı ve ilginç bilgilere de ulaştım. Bu yazıda yamyamlık kavramının ortaya çıkışını, nedenlerini ve günümüzdeki durumunu kısaca paylaşmaya çalışacağım ama sakıncalı olma ihtimaline karşı görselleri minimum düzeyde tutacağım. Merak ederseniz internette ilgili görsellere ulaşabilirsiniz.

Kelime olarak Antropafaji, Yunanca “anthropos” (insan) ve “phagein” (yemek) kelimelerinin bir araya getirilmesinden oluşur ve “insan yiyicilik” anlamına gelir. Bu kavram 16. yüzyıla dek “yamyamlık” sözcüğünün yerine kullanılmış, Amerika’nın keşfiyle birlikte de “yamyamlık” ile birlikte anılır olmuştur. Avrupa dillerinde “Cannibale” kökünden türeyen yamyam sözcüğünün gerçek kökeni Arawak dilindeki “Caniba” sözcüğüne dayanmaktadır. Küçük Antiller’in Kızılderilileri, kendilerini “gözüpek” anlamına gelen “Caniba” ile adlandırırken zamanla bu sözcük değişime uğramış, yamyam anlamında kullanılmıştır. Bu halkın düşmanlarına göre (Küba Arawakları) bu sözcük, barbarlık ve vahşet anlamına gelmektedir.

Amerika kıtasını keşfeden Kristof Kolomb aynı zamanda yamyam tabirini de icat etmiştir. Üstelik ona göre yamyam sözcüğü tıpkı Küba Arawakları’nda olduğu gibi barbarlık ve vahşet anlamına gelmektedir.

“Daha ileride insanları yiyen, bazıları tek gözlü bazıları ise köpek suratlı adamlar vardı.”

Sebastien Müncter’e göre yamyamlık (Dünya haritasındaki tasvir)

Sebastien Müncter’e göre yamyamlık (Dünya haritasındaki tasvir)

Hartmann Schedel’in Tarih Kitabı’nda rastlanılan canavar türlerinden biri olan bu betimlemenin bir benzeri Kristof Kolomb tarafından da kullanılmıştır. Kolomb’un Batı Hint adalarına yaptığı ilk keşif gezisinde defterine buranın yerlilerinin Bohio Adası’nın tek gözlü, köpek yüzlü ve insan yiyen sakinleri olan “Caniba”lardan çok korktuklarını yazmıştır. (14 Kasım 1492) Bu, gerçekliği ispat edilemeyen bir bilgi olarak kalsa da yamyamlık bu sayede gözde bir konu haline gelmiş, çeşitli kaynaklarda sıklıkla ele alınmaya başlanmıştır. Örneğin; 1544 yılından itibaren Alman Sebastien Münster’in Evrensel Kozmografyası’nı koyun gibi şişte çevrilen, kafaları koparılmış insanlar süsler. Hatta bu tasvir Yeni Dünya’nın barbarlığını temsilen Münster’in haritalarının kenarlarında da yer alır. Avrupalılar’ın hayal gücüyle şekillenen bu tarz resimler başka yayınlarda da geçer. 1506’da basılan Martin Waldseemüller’in Carta Marina’sında ve 1516 yılında Bâle’de yayımlanan Simon Grynaeus ve Holbein le Jeune’un dünya haritasındaki benzer betimlemeler oldukça ilginçtir. Dünya haritasındaki betimlemede baltayla insan etinin parçalandığı kasap tezgâhı, közün üzerinde şişe geçirilmiş kollar ve bacaklar yer alır.

Bu tarz örneklerle yamyamlık konusunda Kristof Kolomb’un ortaya attığı zayıf sav gittikçe güçlenmeye başlar, bir malzeme haline gelir. Örneğin; Aziz Benot tarikatından Avusturyalı Philoponus Amerika’ya giden misyonerleri ve dini savunan kitabında yamyamları kullanır. Ona göre Yeni Dünya’da her taraf kızartılmak için bekleyen çocuklar, kasap tezgâhları üzerinde kesilmiş kadın bedenleri, şişte pişen adamlar ile doludur.

“Çocuklarını ve karısını yiyen bir adam bile görülmüş.”

“Bir adam tanıdım, onunla konuştum, üç yüzden fazla insan bedeni yediğini itiraf ediyordu.”

Böyle iddialarla gün geçtikçe güçlenen yamyamlık kavramı zaman içerisinde ensest ilişki, çocuk katli, insan eti yeme gibi insanlığın en büyük suçlarını kapsayan bir kavram haline gelmiştir. Küçük Antil Takımadaları’yla ışığa çıkan yamyamlık kavramı zaman içerisinde Kuzey Amerika, Kuzeydoğu Brezilya, Afrika, Avustralya gibi birçok bölgeyle anılmaya başlanmıştır.

“İnsanın etini yiyen
Kanını içen
Bir Scytheli’den de acımasız
Yamyamı gördün.”
Guy Le Fevre de la Boderie,1575

Buraya kadar yamyamlık kavramının ortaya çıkış ve yayılım sürecini ele aldık. Peki insan yeme eyleminin amacı nedir? Antropafaji bir yeme alışkanlığından mı kaynaklıdır yoksa bir çeşit güç gösterisi midir? Sigmund Freud öncülüğünde geliştirilen psikanaliz kuramı “İnsan Eti Yeme”, “Hemcinsinin Bedenini Yeme” (Einverleibung) eylemini bir tür psikolojik özdeşleşme olarak görmektedir. Sigmund Freud, antropofaji eylemi hususunda şunları söylemektedir:

“İnsan eti yeme esnasında bir kişinin bedeninden parçalar ve uzuvlar yenirken, yenilen kişinin sahip olduğu özelliklere de sahip olunacağı düşünülür.”

Freud’un psiko-seksüel bir rahatsızlık olarak gördüğü antropofajinin iki türü vardır. Biri antropologlar arasında “Gynophaji” olarak değerlendirilen kadınların yenmesi, diğeri de “Androfaji“ olarak değerlendirilen erkeklerin yenmesi eylemidir.

Antropologlara göre ise, antropofajinin üç türü vardır.

Birincisinde; yaşamları tehdit altındaki insanlar, ölmemek için insan eti yemek zorunda kalırlar.

İkincisinde; insan etine önemli bir yiyecek gözüyle bakılır ama bunu kanıtlayan veriler net değildir.

Üçüncüsünde ise; dinsel törenler ya da geleneklerle ilgilidir. Öldürülen bir düşmanın ya da ölen bir akrabanın eti, ölünün güçlerine sahip olmak için yenir. Bu kategoride yamyamlık, animist (doğanın ruhlarla yönetildiği inancı) toplumların ilkel dönemden bu güne dek taşıdıkları bir inançtır. Bu noktada ünlü antropologlar Richard E. Leakey ve Lewin yamyamlığı iki kategoriye ayırmaktadır.

İçe dönük yamyamlık (Endocannibalism): Sadece kabile içi ölü bedenlerinin yenmesi.

Dışa dönük yamyamlık (Exocannibalism): Düşman ya da kabile dışından insanların yenmesi.

Bu durumla günümüzdeki yamyamlık olaylarını bir görmek yanlıştır. Günümüzde gerçekleşen yamyamlık olaylarıyla eski kültürlerindeki, ilkel kabilelerdeki, klanlardaki, anlayış arasında fark vardır. İlkel toplumların insan eti yeme anlayışıyla, zevk için insan eti yiyenler aynı amaca sahip değildir. İnsan yeme eylemine başvuran kabileler bağlı oldukları ritüeller ve ayinler doğrultusunda Freud’un da üzerinde durduğu gibi öldürülen kişinin ruhunu kendi ruhuna katma arzusuyla bu eylemi yapmaktadır. Düşmanıysa onun kahramanlığını ruhuna ekleme, dostuysa mezarda onu böceklere yedirmektense kendi bedeninde onu saklama, muhafaza etme ve sonsuz kılma arzusuyla bunu gerçekleştirmektedir. Bunu sırf ritüel olduğu için mi gerçekleştirdikleri, açlık içgüdüsünün olup olmadığı çok net değildir ama genel kanı bir ayinin parçası olarak görüldüğüdür.

Açlık, kıtlık, dinsel ritüeller… Nedeni ne olursa olsun Batı toplumları tarafından aşağılamak amaçlı kullanılan yamyamlık, bulunulan coğrafi bölgeler ve amaç hususlarında farklılık gösterse de hala karşımıza çıkmaktadır. Amerika’nın keşfiyle ortaya çıktığına inanılan bir kavram olsa ve günümüzde ilkel kabilelere atfedilse de Durham Üniversitesi hocalarından Richard Sugg’un “Mumyalar, Yamyamlar ve Vampirler” adlı eserinde Batı toplumlarının eski dönemlerinde de benzer vakaların olduğu öne sürülmesi dikkat çekici bir durumdur. Richard Sugg’a göre; Avrupa’da da eski çağlarda insan eti yeme, kemiklerini ve kanını kullanma gibi olaylar görülmüştür. Yamyamlık barbar toplumlarla ilişkilendirilirken, uygar toplumu temsil eden Avrupa’nın tarihinde de eski dönemlerde yamyamlık vakalarının görülmesi çelişkili bir durum yaratmaktadır. Kitapta çarpıcı örneklere yer verilmiştir. Mesela; insan yağının şifa kaynağı olarak görüldüğünden, hayat iksiri adı altından ölü bedeninin kullanımından bunun yanı sıra ölülerin kanlarının da içildiğinden bahsedilmiştir. Eğer bu savların doğru olduğu kabul edilirse, yamyamlığın eski dönemlerde sadece barbar ve ilkel olarak tabir edilen toplumlarda görülmediği sonucuna ulaşılabilir.

Yamyamlığın tarihsel süreci ve antropolojik ve psikolojik boyutlarına kısaca değinmişken bilinen yamyamlık olaylarından örnekler verelim.

Kabilelerde yamyamlık durumuna baktığımızda, hemen hemen tüm kıtalarda benzer örneklerin görüldüğünü söylemek mümkün olsa da bir iki örnek olarak, Yeni Zelanda’da da (Maoriler) Polinezya’da bazı adalarda, Fiji’de yamyamlığın görüldüğünü belirtebiliriz.

Tarihe yamyamlıkla adlarını yazdıran kişilere örnek verirsek;

Yamyamlıktan tutuklanan Alferd Packer

Yamyamlıktan tutuklanan Alferd Packer

Alferd Packer: Amerikalı altın arayıcısı olan Packer, Colorado dağlarına gittiği 5 kişiyi hayatta kalmak için öldürüp yediğini belirtmiş, bu nedenle de 40 yıl hapis cezası almıştır.

Albert Fish: Kuzuların Sessizliği filminin ilham kaynağı olan Fish’in 100’e yakın cinayet işlediği tahmin edilmektedir. Genellikle masum çocukları hedef alan ve kurbanlarına çeşitli işkenceler yapıp, etlerini yiyen seri katil elektrikli sandalye ile infaz edilmiştir.

Andrei Chikatilo: Ukraynalı seri katil, 52 kişiyi kaçırmış, tecavüz etmiş ve öldürüp yemiştir.

Yamyamlığın kısaca hikâyesi bu şekilde. Peki günümüzde durum nasıl? Günümüzde yamyam kabilelere ilişkin net bir bilgi bulunmuyor. Bir varsayıma göre Güney Afrika’nın iç ormanlarında yaşayan kabilelerde yamyamlık bir ritüel olarak devam etmektedir.

Son olarak güncel yamyam olaylarına değinirsek belki pek çoğumuzun aklında kalan olayı paylaşmak da yarar var.
“26 Mayıs 2012” tarihinde ABD’nin Miami şehrinde uyuşturucunun etkisinde olan Rudy Eugene sokakta yaşayan Ronald Poppo’ya saldırarak yüzünü parçalamış ve yemiştir. Eugene, polis tarafından vurularak durdurabilmiştir. Bu olay o dönem büyük ses getirmiş, özellikle medeniyetin merkezinde gerçekleşen bir yamyamlık vakası olarak oldukça dikkat çekmiştir.

Yamyam Rudy Eugene – Kurban Ronald Poppo (Huffpost.com)

Yamyam Rudy Eugene – Kurban Ronald Poppo (Huffpost.com)

Genel olarak değerlendirildiğinde yamyamlık ister dini bir ritüelin parçası olsun, ister psikolojik bozukluk sonucunda gerçekleşsin hala ürkütücü bir olay olarak karşımıza çıkmaktadır. Tarih boyunca hemen hemen tüm kıtalarda gerçekleşme ihtimali olan yamyamlığın sadece korku filmlere ilham veren bir konu olarak kalmasını diliyorum.

Meraklısına Not: National Geopraphic Chanel’de bu konuyu ele alan güncel bir belgesel var: Yaşayan Yamyamlar (Search for the Living Cannibals). Piers Gibbon ve ekibinin Güney Pasifik’in uzak adalarına yaptığı yolculuğun oldukça ilgi çekici olduğunu belirtmek isterim. Bu konuda daha detaylı bilgi edinmek isterseniz mutlaka göz atın.

Kaynakça:

 

TOPLUM TARİHİNİN KARANLIK DÜNYASI: BÜYÜ

$
0
0

GE DIGITAL CAMERA

Büyücü, sana büyü yaptılar, beni bıraktılar, ben özgürüm; Elamitli büyücü, ben özgürüm, Küteli büyücü, ben özgürüm; Süteli büyücü, ben özgürüm; Lülibiyeli büyücü, ben özgürüm; Şanigalbiyeli büyücü ben özgürüm.

(Asurlular’ın şeytan kovma ayinlerinden bir bölüm)

Ortaçağ’da büyü ayininden bir görüntü.

Büyü kavramına hemen hemen hepimiz aşinayız. Kara büyü, büyü bozanlar, bu uğurda dolandırılanlar, korku filmleri derken toplumsal belleğin içine yerleşen büyünün, kökeninin çok eskiye, antik çağlara dayandığını söylemek mümkün. Farklı çağlarda, farklı coğrafyalarda ve farklı toplum yapılarında büyünün nasıl var olduğu sorusuna takıldığımdan beri bu yazıyı yazma amacını taşıdığımı belirtmeliyim.

Okuyacağınız bu yazı, büyünün ortaya çıkışı, büyünün zararları ya da büyüye olan inanç üzerine tarihsel bir yazı olmayıp, büyünün toplum mekanizmasındaki durumu üzerine antropolojik ve sosyolojik kısa bir incelemedir.

Büyü; insanların doğaüstü, mistik yöntemlerle doğal dünyayı etkileyebildiklerini öne sürdükleri uygulamalar ve bunların çevresinde oluşturulan kültürel sistem olarak tanımlanabilir. Büyü, ajanlar, hareketler ve temsiller içermektedir. Büyü hareketlerini yapan kişi, “büyücü”, büyü hareketlerine karşılık düşen düşünce ve inançlar “büyüsel temsil”, büyü hareketleri ise “büyü ayinleri” olarak adlandırılmaktadır. Bunları daha detaylı ele alacağız.

Büyü geleneksel olayları ifade eder. Bunu biraz açarsak, büyü tekrar eden olaylardan oluşur ve bu olaylara inanan bir grup vardır. Kimi zaman simya ile iç içe olan büyü kimi zaman tıbbın içine de karışmıştır. (Kocakarı ilaçları…vb)

Esas olarak büyünün birlikte anıldığı ama zıt kutuplarda görüldüğü olgu dindir. Büyü ayinleri adını verdiğimiz büyü hareketleri kötü amaçlı olarak nitelendirilmiş, dini ayinlerden ayrı görülmüş ve çoğu zaman yasaklanmıştır. Kötü olarak tabir edilen ayinlere, ölüm ayinleri… vb. örnekler verilebilir. Dinler, iyiye yönelten, ilahilerin, adakların bulunduğu, yasaklarla örülen bir ideali temsil ederken, büyü bu unsurlardan uzak kalır. O halde büyü dine karşı olarak kötüye yöneltir. Bir dini ayin yapan kişi ile büyü ayini yapan kişi farklıdır. Dini ayin, kitleler önünde saygı duyularak gerçekleştirilen bir ritüel iken, büyü ayini genellikle ormanda, ıssız yerlerde, evlerin gizli köşelerinde gece yarısı gerçekleştirilir. Büyücü, gizemini korumak ve halktan uzakta kalmak durumundadır. Büyü ayini, karanlık yönünü ve esrarını daima korumalıdır. Peki, büyü ve inancın bir arada olduğu durumlar yok mudur? Ortaçağ’da papazların şeytana karşı büyü kullanmaları, Hindu tanrılarından Rudra-Çiva inancı, büyünün tuhaf bir şekilde inanç formunun içinde yer almasına örnek olarak gösterilebilir.

Büyünün, yazının başında da belirttiğimiz gibi, unsurları vardır; büyücü, büyüsel temsil ve büyü hareketleri. Bu tanımların içeriğini kısaca ele almamızda yarar var.

1. Büyücü:

Büyücü olarak tabir ettiğimiz kişi, toplum içinde belli bir güce sahip kişidir. Her isteyen kişi büyücü olamamakta, büyücüye özel nitelikler onu diğer insanlardan ayırmaktadır. Söz konusu nitelikler kimine göre doğuştan gelmiştir, kimine göre ise sonradan kazanılmıştır. Büyücülerin, gölgeye sahip olmadığı, bazı duyularını yitirdikleri gibi ilginç inanışlar mevcuttur. Ayin sırasında kendinden geçen büyücüler, çevresindeki kitlenin ona olan inancını sağlamlaştırmaktadır. Kendini insan-üstü varlık olarak hisseden ve öyle görünmeye çalışan bu kişiler, toplumda ilginç bir sınıf olarak var olmuşlardır. Bu noktada enteresan bir durum; büyücü olarak tabir edilen kişilerin büyük bir oranının kadınlardan oluştuğu inancıdır. Kadının, erkekten daha çok gizemli olayların merkezinde olduğuna dair oluşan algı, din olgusu içerisinde yerinin erkekten sonra gelmesi ve buna karşı çıkarak farklı yollara yönelme ihtimali, kadının büyüye daha yatkın görülmesine neden olmuştur. Yaşlı kadınların büyücü, bakirelerin yardımcı, âdet kanının büyü malzemesi olarak görülmesi dikkat çekicidir. Büyü yaptıklarına inanılan birçok kadın hunharca katledilmiştir. Daha önce ele aldığımız, tarihte cadı diye yakılan kadınları büyü yapmakla suçlanmıştır. Bu konuya güncel bir örnek olarak da; çok yakın bir zamanda Papua Yeni Gine’de büyücü olduğu için diri diri yakılan kadını gösterebiliriz.

Tarih boyunca büyücülük bazı meslekler ile de bağdaştırılmıştır. Mesela mezarcılar, ölülerle temas halinde olduklarından, çobanlar, yıldız ve bitkilerle iç içe olduklarından büyüye yatkın görülmüşlerdir. Bunun yanı sıra toplum içerisindeki konumlarından ötürü büyücülüğün atfedildiği kişiler de vardır. Buna örnek olarak; Avustralya’daki Aruntaslar’da grubun şefi hem ayin şefi hem de büyücüdür. Bu kişinin, tinsel güçlere sahip olduğuna ve ruhlarla temas kurabildiğine inanılmaktadır. Dinlerini terk eden insanlar, mesela kiliseden kopan papazların büyücü haline geldiği inancı da dikkat çekicidir. Yani dini sapkınlık, büyücülük ile özdeşleştirilmiştir. Yabancılar da potansiyel birer büyücüdür. Örneğin, Avustralyalı kabilelere göre, her ölüm, kabile dışındakilerin yaptıkları büyülerin sonucudur. Brahmanlar da, Araplar, Yunanlılar ve Cizvitlere göre büyücü olarak görülmüşlerdir.

Büyücü olarak tabir edilen kişi, bağlı olduğu toplum içerisinde her zaman özel bir konuma sahip olmuş, kendisine ustalık atfedilmiştir. Olağanüstü niteliklere sahip olan büyücüler, birçok hikâyenin ve efsanenin baş kahramanı da olmuşlardır. Bu hikâyeler ve efsaneler, büyücünün imajını toplum önünde daha da pekiştirmiş ve ona yakıştırılan insan-üstü durumlar artarak devam etmiştir. Büyücü, insanlara, doğaya, ruhlara gerekirse tanrılara boyun eğdirecek bir etki yaratır. Yer çekimi onu etkilemez, aynı anda birden çok yerde bulunabilir, şeytan ile iş birliği yapabilir. Büyücünün ruhu normal insanların ruhundan çok daha farklıdır. Bedeninden kolaylıkla ayrılabilir, daha karanlık yönleri vardır. Büyücü gerektiğinde iki ayrı kişi haline gelmektedir. Uçması da buna bağlıdır. Sabbat ayinlerine (şeytanın başkanlığında büyü ile uğraşanların (cadıların) her cumartesi gittikleri gece toplantısı) giden büyücünün, yerine kendinin birebir kopyası olan, “Vicarium daemonem” bir iblis bıraktığına inanılmıştır. Büyücü aynı zamanda gerektiği zaman metamorfoz (başkalaşım) yaşamaktadır. Yani insan formundan, hayvan formuna kolaylıkla geçiş yapmaktadır. Buna örnek olarak; Ortaçağ’da yer alan “Striga” kavramını gösterebiliriz. Striga, hem büyücü hem de bir kuştur. Büyücü, rastgele bütün hayvan biçimlerine geçiş yapamaz, kendine özel bir biçime sahiptir. Kimi kedi olur, kimi kurbağa. Birçok büyücünün de hayvanlardan oluşan yardımcıları vardır. Bu tip durumlarda büyücünün gücü hayvanlarla olan ilişkilere dayandırılmıştır. Hindistan’daki büyü geleneği hala metamorfoz ile beslenmektedir. Büyücünün hayvan yardımcılarından başka bir de yardımcı ruhları vardır. Bu sayede, ölülerin ruhlarıyla, perilerle irtibata geçebilmektedir. Çok ilginç bir şekilde büyücü, tüm ruhların dillerini bilir, yaptığı ayinlerle onlara ulaşır. Büyücünün ataları arasında başka büyücüler olduğu ve onların ruhları sayesinde büyücülüğün korunduğuna inanılmıştır. Ruhlarla ve iblislerle yakın ilişkiler söz konusudur. Bu yakınlık, cinsellik olarak düşünülebilir. Örnek verirsek, kadın büyücüler şeytanla birlikte olur ve bu, onlara özel bir güç katar. Sabbat ayini şeytanla birlikte olunan bir ayin olarak tasvir edilmiştir. Bu tarz birliktelikler kimi zaman evlilik aşamasına bile taşınmıştır. Bu inanç bir dönem Avrupa’yı saran bir inanç olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir başka inanca göre ise, büyücü, şeytandan izler taşımaktadır. Mesela büyücünün dili deliktir ve bu şeytana ait bir izdir. Hristiyan Avrupa’da büyücü olan kişi kötü ruhların etkisi altındadır. “Şeytan Çıkarma” ya da diğer adıyla “Ruh Kovma” adı verilen ayinlerin temeli bu inanca dayanmaktadır.

Büyücü, kendine atfedilen ilginç özellikleri, efsaneleri ile toplumsal yapı içerisinde önemli bir yer bulmuştur. Kuşkusuz onu böyle bir noktaya taşıyan, kamuoyu ve onun etkileridir. Büyücünün her şeyi yapabileceği düşüncesi içinde bulunduğu toplumun inancıyla alakalıdır. Yani büyücülüğü, bir uzmanlık alanı haline getiren toplumun ta kendisidir. Büyü bir gelenek olarak görülmüş, bu gelenek tıpkı diğer gelenekler gibi, kuşaktan kuşağa aktarım süreci yaşamıştır. Büyücü kesim, seçilmiş kişilere büyüsel sırları aktararak onları yetiştirmiş, büyü geleneğinin devamını sağlamıştır. Büyücü aileler, büyü meclisleri büyü geleneğinin birer sonucudur.

2. Büyü hareketleri:

Büyücünün gerçekleştirmiş olduğu tüm hareketler ayin olarak tanımlanmaktadır. Bu noktada ayin koşulları önemlidir. Ayinin gerçekleştirileceği zaman özel olarak saptanır, mesela bazı ayinler gece yarısı yapılmak zorundadır. Bazı ayinler güneşin doğuşu ve batışı arasında yapılmalıdır, özellikle Cuma ve Cumartesi günleri özel günlerdir. Eski Hindistan’da ayinler yeni ay ve dolunay dönemlerinde yapılmıştır. Buradan anlaşılacağı gibi ayın hareketleri, yıldızlar, güneşin hareketi gözlemlenerek bunlara bağlı olarak ayin dönemleri tespit edilmiştir. Bu nedenle astrolojinin büyüye bağlı olduğu da sanılmıştır. Eski Yunan büyü metinlerinin bir kısmının astrolojik çalışmalar içerisinde yer alması bu duruma güzel bir örnektir.

Büyü ayini için hazırlık yapan büyücü.

Büyü ayini için hazırlık yapan büyücü.

Büyü mekânları özel olarak seçilmiş nitelikli alanlardır. Genellikle dini ayinlerin yapıldığı mekânlardan uzak yerler; ormanlar bataklık kenarı… vb. alanlar tercih edilmektedir. Kuşkusuz bunda bu alanlarda şeytanın yaşadığına dair var olan inanç oldukça etkilidir. Bunun yanı sıra evlerin çatıları, sokaklar, mezarlıklar, köylerin sınır noktaları da yine uygun görülen yerlerdir. Büyü için uygun olan bir yer bulunmadığında ise büyücü etrafında büyülü bir daire ya da kare çizer (templum) ve ayin orada başlatılır.

Büyü ayinlerinde özel araç ve malzemeler kullanılması gereklidir. Bunlar sıradan malzeme ve araçlar değildir, hazırlanmaları belli bir uğraş gerektirmektedir. Örneğin, Hindistan’da bir muskanın hazırlanmasında kullanılan birleşim önceden hazırlanmış olmalıdır. Büyü malzemelerin çoğu önceden okunup üflenerek bekletilmektedir. Şaşırtıcı olsa da, ölü kemikleri, cenin, kesik saçlar, adet kanı, dışkı…vb. şeyler büyü malzemesi olarak kullanılabilmektedir. Kimi zaman büyülerin türlerine özel malzeme listeleri hazırlanmakta, bu şekilde büyülerin unutulmasının önüne geçilmektedir. Malzemelerin yanı sıra kullanılan araçlar da önemlidir. Bunların en basiti çoğumuzun bildiği sihirli değnektir. Bunun yanı sıra leğen, merdiven, çark, iğne, anahtar, ayna gibi aletler de kullanılmaktadır. Çinliler’in kullandığı kâhin pusulası en ilginç büyü aletlerinden biridir. İrokualı bir büyücünün yanında daima kuş tüyleri, taşları, kuru kemikleri, dua çubukları, okları bulunmaktadır.

Büyü yaptıranlara gelirsek, onların da ayin öncesinde uymaları gereken kurallar vardır. Bunlar kimi zaman bir yiyecekten uzak durmak, kimi zaman oruç tutmak, kimi zaman da özel bir elbise giymek gibi kurallardır. Bunlara ayin sırasında yüzlerini boyamaları, başlarını sarmaları, çıplak olmaları…vb. kurallar da eklenebilir.

Büyü ayinleri yapılmadan önce bazen hazırlık ayinleri yapılmaktadır. Büyü dansları, müzik, tütsülemeler bu hazırlık ayininde gerçekleşebilir. Büyü ayini sırasında ortaya çıkan güçlerden katılanların etkilenmemesi için büyücü kendince önlemler alır, mesela ayin bittikten sonra ayin alanının temizlenmesi gerekmektedir. Bunlar kişisel tedbirler olmayıp, “Cherokee” ve “Arthava” ayin kitaplarında yer almaktadır.

Ayinlerin yapılarına baktığımızda; farklı ayin yapıları karşımıza çıkmaktadır. Harekete dayalı ayinler; tütsülemeler, buhar banyoları, ateşte yürüme, suya girme gibi eylemlerin yer aldığı ayinlerdir.

Kurban ayinleri de bilinen büyü ayinlerinden biridir. Özellikle çocukların kurban edilmesi, Antik Çağ ve Ortaçağ’daki büyülerin ortak özelliklerinden ve efsaneleşen konulardan da biri olarak karşımıza çıkar. Kurban ayinlerinde ruhlara ya da şeytana kurban olarak sunulan insan ya da hayvan sayesinde isteklere kavuşulacağı inancı vardır. Tüm büyülerde kurban sunmanın olduğunu söyleyemeyiz fakat tarih boyunca karşılaşılan bir durum olduğunu söylemekte yarar vardır.

Büyü hareketlerinin önemli bir aşaması büyü uygulamalarıdır. Büyücünün büyü yaptığı yer, yaptığı karışımlar onun bu konudaki uzmanlığını simgeler. Büyünün ürünleri; yemek, içmek, saklamak… vs. amaçla hazırlanmış şeyler olup, kimi zaman bir muskadır, kimi zaman ise tütsülenmiş bir yiyecektir. Bu uygulama süreci başlı başına bir ritüeldir. Büyü mutfağı, büyü ayininin en önemli aşamasıdır. Kimi zaman büyü ile ilgili kuklalar hazırlayan büyücü kimi zaman papirüsten, kâğıttan, parşömenden, ağaçtan imgeler hazırlar.

Diğer bir ayin türü olan sözlü ayinlere kısaca değinirsek; sözlü ayinler daha çok okuyup üflemelerle ifade edilmektedir. Dinde yer alan bütün sözlü ayin şekillerini büyü ayininde de görmek mümkündür. Bunlara örnek olarak; dilek ve istekler, dualar, ilahiler, yakarmaları gösterebiliriz. Buradaki farklılık söz konusu yakarmaların büyük kısmının şeytana ve iblislere yönelik olmasıdır. Fin büyülerinin bir kısmı sadece sözlü ayinlere dayanmaktadır. Sözlü ayinlerin özelliklerinden biri yapılan konuşmaların destansı bir havaya sahip olmasıdır. Bu konuşmalarda ya da yakarışlarda kutsal görülen ya da efsaneleştirilen kişilere atıfta bulunulur. Sözlü büyüler tanrının, büyünün ve ruhların diliyle yapılır. Latince, İbranice, Yunanca, Sanskritçe gibi bazı diller bu şekilde değerlendirilmiş ve sözlü büyü ayinlerinde kullanılmışlardır. Sözlü ayinlerde büyücü tonlamalara özellikle dikkat eder, hareketlerini ve sözleri tekrarlamayı belli sayılar dâhilinde yapar. Bu sayılar rastgele değil, kutsal sayılar olarak görülen tek sayılar arasından seçilmektedir. (3,5,7…vs.)

Büyü ayinleri ister sözlü ister harekete dayalı olsun, büyücünün kendini ispatladığı zamanlardır. Genel olarak ayinler kendi aralarında ayrılıyor gözükse de yapıları tam olarak ayrıştırılamayan büyü ayinlerinde olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır.

3. Büyüsel temsil ve tasvirler:

Büyüsel pratikler birtakım temsil ve tasvirlere karşılık gelmektedir. Ayinler belli bir düşünceyi nitelemektedir ve bu düşünceyi ifade eden tasvirler de önemlidir. Her ayinin kendine özel bir karakteri vardır. Ayinin etkileri somut bir şekilde ifade edilmeye çalışılır. Mesela; barış, aşk, baştan çıkarma, adalet gibi imgeler ayini tanımlamakta kullanılabilir. Ayine ait düşüncelerden somut bir nesneymiş gibi bahsedilir, büyü yok edilir, atılır… vs. Yine tasvirlere göre ayin esnasında ilişkiler ele alınır. Örneğin; Asur-Babil ayininde şeytan ve onları temsil eden imgeler arasında evlilik bağı varmış gibi davranılır.

Kişilerin olmadığı soyut tasvirler, simyacılar tarafından kullanılan büyü yasalarıdır. Büyünün kendine özel formülleri vardır. Yakınlık, karşıtlık ve benzerliklerden yararlanılır.

Büyü ayini yapan bir kadının tasviri.

Büyü ayini yapan bir kadının tasviri.

Yakınlık derken kastettiğimiz; parçanın bütünle özdeşleştirilmesidir. Mesela kesik bir saç parçasının ayin esnasında sahibini temsil etmesi buna bir örnektir. Buradaki saç parçası o kişinin yaşamsal prensibini temsil etmektedir. Yakınlık, doğrudan kişiye temas eden, elbise, yatak, koltuk, gibi eşyaları da ifade eder. Kişinin yemek artığı bile büyü malzemesi olarak kullanılabilir. Kullandığı eşyalara, yattığı yatağa büyü yapılabilir ve kişinin bu eşyalara teması sağlanır. Yakınlık teması akrabalar, aile üzerinden de ele alınabilir. Kişinin ailesi ya da akrabalarıyla olan yakınlık dereceleri de büyü için kullanılabilir. Benzer şekilde hasta olan bir kişiyi iyileştirmek amaçlı yapılan büyüde, hayvanlar ile hasta arasında bir yakınlık kurmaya çalışarak hastalığın hayvana geçmesini sağlamak da karşılaşılan büyü olaylarından birisidir. Kötü ruhların bir bedenden diğerine transferi gibi durumlar da hep yakınlık kurma üzerine temellendirilmiştir.

Benzerlik; basit bir figürün asıl düşünceye benzetilmesidir. Bir kukla yoluyla da, bir desen yoluyla da benzerlik sağlanabilir. Benzerlik işlevselliği sağlama amacı taşır. Büyü içerisinde büyü yapılan kişi ya da grubu başka bir şeye benzetme vardır. Örneğin; Brahmanlar’a ait bir büyü ayininde kertenkele, hem kötülüktür, hem kötülüğü yapan kişidir hem de kötülüğe neden olan maddedir. Bu noktada önemli olan sembollerin doğru şekilde belirlenmesidir, bunun için de büyücünün yorum gücü ön plana çıkar. Mesela; büyücü sembol olarak seçtiği nesnelerden belli bir nitelik alır, kilin sertliğini vs. Sembolleri de kendine göre yorumlar büyüyü yaparken ona göre kullanır. Benzer benzeri etkiler mantığında da büyücü, bir soruna benzer şekilde çare bulmaya çalışır. Yine bir Brahman’ın vücudu su toplayan bir hastayı yıkayarak tedavi etmeye çalışması, hastaya acı veren suyu yine benzer şekilde su ile yok etme isteğinden kaynaklıdır.

Karşıtlık; benzerliğin olduğu yerde olması gereken bir unsurdur. İstenilen durumun karşıtı da büyü içerisinde yer alır. Mesela büyü ayininde yağmur tasvir edilirken onun karşıtı olarak da güneş de vardır. Yine ayin esnasında bir taraftan ateşin yakılması bir taraftan da yanan ateşin söndürülmesi başlangıç, sonuç olayını tasvir etmektedir.

Somut kişisiz tasvirler; düşüncenin somut nesnelerle ifade edilmesidir. Muskalar, nazarlıklar bu nesnelere örnek olarak verilebilir. Bunlar ve diğer değerli taşlar ayin sonrasında da kullanılabilir ve belli nitelikleri ve güçleri temsil eder.

Kişili tasvirler ise; büyücünün ikinci eşi(iblis), hayvan yardımcısı gibi büyücünün gücünü temsil eden tasvirlerdir. Bunların haricinde kimi zaman bir hastalık, kimi zaman bir güç kişiselleştirilmiş hatta Hindistan’daki Çalki gibi güç tanrılaştırılmıştır. Balkan folklorundaki hastalık cinleri, hastalıkların kişiselleştirilmesine güzel bir örnektir.

Bu tasvirlerin yanı sıra daha önce de kısmen bahsettiğimiz tinsel varlıklar büyü için oldukça önemlidir. Büyüsel tin adını verebileceğimiz ruhlar dünyası büyü ayinlerinin vazgeçilmezidir. Ölü ruhları ilk akla gelenlerdir. Ama bu ölü ruhların, henüz gömülmeyen ölülere, doğum sırasında ölen kadınlara, kötü bir şekilde ölenlere ait olması istenir. Yine benzer şekilde şeytanlar da ayinlerin vazgeçilmezidir. Bu şeytanlar dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış haldedir ve büyüsel isimlere sahiplerdir. Ayin esnasında bu isimleri telaffuz edilerek davet edilirler.

Buraya kadar kısaca büyünün ne olduğu ve büyünün unsurlarını ele aldık, şimdi çok kısa bir şekilde büyünün analizini ele alalım.
Büyü; bir bütündür ve tarih boyunca din gibi varlığını devam ettirmiştir. Büyüye olan inanç bilimsel inançlardan farklı olarak pozitif ve deneysel bakış açısıyla değil kişinin kendi kontrolüne bağlı olarak gerçekleşmektedir. Yani bir ruh çağırma seansına giden kişi ona inandığı için gider ama ruhun orada olup olmadığını deney ve gözlem yoluyla açıklayamaz. Büyü her türlü denetimin dışındadır. Çağlar boyunca anlatılan hikâyeler ve efsanelerle toplumlar arasında kendine yer bulmuştur. Bu hikâye ve efsanelerin doğruluğu da net değildir, o zaman büyü dediğimiz oluşumun uydurmaları da içerdiği savını savunabiliriz. Bir büyücünün bir bez parçasını yakarak, o bez parçasının sahibini öldürebileceği inancı uydurma olabilir, bu noktada bu büyüye inanan kişinin kendi düşünce sistemi devreye girmektedir. Büyünün uydurma olduğuna dair inanca karşılık büyü tarih boyunca inanılan bir olgu olma özelliğini de göstermiştir. Farklı milletlerde farklı şekillerde de olsa büyünün varlığı bunu desteklemektedir.

Büyücünün toplum içinde sahip olması gereken bir rolü vardır, bu noktadan bakıldığında büyücü asla özgür değildir. Ayin esnasında sergilediği tavırlar, kendine olan inancı toplum tarafından görülmek istenen tutumla yakından ilişkilidir. Büyünün ön plana çıktığı dönemler büyük ölçüde toplum yapılarındaki değişimlerle, toplum içindeki bireylerin inançlarıyla da yakından ilgilidir.

Genel olarak incelendiğinde; büyü toplumsal bir olgudur. Çabadan kaçınır, gerçeğin yerine imgeler koyarak başarıya ulaşmaya çalışır. Büyü ve büyücünün toplum içerisindeki konum ve önemi tamamen toplumun kendisine bağlıdır. Büyü dediğimiz olgu, kendi içinde tekniklere, uygulayıcıya ve tasvirlere dayalıdır. Farklı toplum yapıları ve farklı inançlar içerisinde büyünün ilginç bir şekilde yer bulabilmesi kuşkusuz insanoğlunun bilinmezliklere karşı olan merakından da kaynaklıdır. Büyücülük dini inançlar tarafından kabul edilmiyor olsa da dini inançlar ile paralel şekilde varlığını sürdüren bir sistem olarak karşımıza çıkmaktadır. İlkel toplumlarda da gelişmiş toplumlarda da uygulanan büyü yöntemleri farklı olsa da aynı temele dayanmaktadır. Dini inanç sistemiyle halledilemeyen tüm sorunların üstesinden farklı yollar sayesinde gelme arzusu büyünün varlığını daima güçlü tutmuştur. Büyü yapma suçuyla öldürülen kadınlar ya da değersiz maddeleri büyü kullanarak altına çevirme hayaliyle çalışma yapan simyacılar tarihte büyü ile anılmaktadır. Kökeni Antik dönemlere uzanan büyücülük, Mısır, Yunanistan, Avustralya gibi farklı coğrafyalarda varlığını sürdürmüştür.

Günümüzdeki büyücüğün durumuna değindiğimizde; ilkel toplumlarda yine önemli bir konumda bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu hepimizin kabul edebileceği bir sav olsa da sadece ilkel toplumlara ait olduğunu da söyleyemeyiz. Günümüzde hala büyü kavramının ismi varsa, büyü ile ilgili olaylar duyabiliyorsak, tıbbi tedavilerin yanında kocakarı ilaçlarına başvuranlar varsa ve aleni olarak olmasa da hala büyücülükle uğraşanların varlığını biliyorsak büyücülüğün şekil değiştirse de toplumsal mekanizma içerisinde hala varlığını devam ettirdiği aşikârdır. Kuşkusuz toplumların gelişmişlik düzeyi büyücülüğün rolünü azaltmıştır fakat tamamen yok edememiştir.

Kaynakça:

- MAUSS,Marcel. “Sosyoloji ve Antropoloji”. çev. Özcan Doğan. İstanbul: Doğu Batı Yayınları, 2005

- http://acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/3250/4104.pdf

- http://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BCy%C3%BC

 

 

HER ŞEYİN ÖZÜ MADDEDİR: MATERYALİZM

$
0
0

atom

 

İstediğince yalın görünsün göze

Kuşkuyla bakın en küçük olaya bile!

Sınayın gerekli olup olmadığını,

Hele “alışılagelmiş” türden ise!

Açıkça istiyoruz şunu sizden:

Sakın doğal bulmayın hep alışılageleni!

Çünkü artık hiçbir şeye doğal denmemeli;

Şu kanlı kargaşanın, şu düzenli geçinen düzensizliğin,

serserice başına buyrukluğun ve insanla ilintisini yitirmiş

insanlığın egemen olduğu dönemlerde kimse demesin:

Doğaldır bu olup bitenler; böyle denmesin ki.

Her şeyin değişebileceğine inanılsın.

Bertolt Brecht

 

Okuduğunuz satırlar ünlü bir şaire ait… Bir dönemin ünlü Alman şair ve oyun yazarı Bertold Brecht’e… Materyalizmi anlatan bir kitabın girişini süsleyen bu satırların hala güncelliğini koruduğunu görünce özellikle yer vermek istedim.

Materyalizm diğer adıyla Maddecilik, onunla iç içe geçmiş Marksizm… Bu kavramları duyduğumda aklım hep lise yıllarıma gider. Dönemin eylemci arkadaşlarından duyduğum, kendime göre yorumlamaya çalıştığım bu kavramların yerine oturması ancak üniversitede ders konusu olarak karşıma çıkınca gerçekleşti. Peki, nedir bu materyalizm? Marksizm ile bağı nedir? Materyalizm her şeyden önce “Pozitivizm” gibi bir felsefe akımıdır ve oldukça geniş bir konudur. Okuyacağınız bu yazıda, felsefi bir akım olarak materyalizmi ele alıp, Marx sonrası materyalizminden de kısaca bahsedeceğiz.

Materyalizmin birçok alanda kullanılan farklı anlamları vardır. En yaygın bilinen anlamı, “tüm gerçekliğin sadece maddeden oluştuğu inancı”dır. Felsefi olarak ise, bir dünya anlayışını ifade eder; belli ilkelerden hareket ederek doğa görüngülerini (duyularla algılanabilen her şey) ve bunun doğal sonucu olarak toplumsal yaşamın görüngülerini anlama ve yorumlama tarzıdır.

Materyalizm denildiğinde çoğumuzun aklına Marx ve Engels gelse de onların döneminden çok önce de var olan bir kavram olduğunu belirtebiliriz. Materyalizm tarihine ilişkin kaynaklarda karşımıza iki dönem çıkar, bunlar;

1. Antik dönemden Marx ve Engels’e kadar olan dönem (Premarxiste)

2. Mark ve Engels’in materyalizminden günümüze kadar olan dönemdir. (Marksist materyalizm)

Kısaca bu dönemlerden söz edelim,

1. Antik dönemden Marx ve Engels’e kadar olan dönem:

Materyalist felsefenin kökeni, M.Ö. 6. yüzyıl Antik yunan felsefesine kadar gitmektedir. Dönemin ünlü düşünürleri sayesinde materyalizm büyük ölçüde şekillenmiştir. Tarihsel sıralama içerisinde bu düşünürleri ve materyalizmin gelişimini kısaca ele alalım.

M.Ö. 6. yy.’da yaşayan Heraklitos ilk bahsedebileceğimiz düşünürdür. Heraklitos’un öne sürdüğü Logos materyalizmin ilk fikirlerini oluşturmaktadır. Peki Logos nedir? Bunu kısaca şöyle açıklayabiliriz; doğal olaylar yalnızca bir maddi kaynağa dayanmaktadır, bu kaynak “ateş”tir. Bu ateş de sonsuz, başlangıcı olmayan bir dünyayı yaratan Logos’tur. Heraklitos’a göre dünyada karşıtlıklar vardır ve bu karşıtlıklar doğadaki her şeyin oluşumuna katkı sağlamaktadır.

Maddecilik üzerine eski ve etkileyici diğer yorumlar, M.Ö. 5. yy.’da Demokritos ve Leucippos tarafından yapılmıştır. Leucippos, Atomizm’in kurucusudur. Uzay boşluğunun varlığını iddia eden filozof, küçük olmaları nedeniyle görülemeyen sonsuz gerçeklerden söz etmiştir. Yine ona göre, tüm maddeler de sayısız atom parçalarından oluşmakta, maddeler arasındaki farklılıklar ise, atom sayılarındaki farklılıklardan kaynaklanmaktadır.

M.Ö. 5 y.y’da yaşamış olan filozof Leucippos’un temsili fotoğrafı

Leucippos’un atom teorisini genişleten, Demokritos (M.Ö. 460-370), parçaların bölünmezliği (ad infinitum) üzerinde durmuştur. Uzay boşluğu, doğanın sonsuzluğu üzerine araştırmalar yapmıştır. Gereklilik kuralından söz etmiş ve bunu hepimizin aşina olduğu kavramlar, “Etki-Tepki” (Impulse – Reaction) ayrımına dayandırmıştır. Ona göre dünya sayısız atomdan oluşmaktadır, benzer şekilde insan ruhu da vücut ateşinin küresel atomlarından meydana gelmiştir.

Leucippos ve Epiküros’un savundukları bu Atom Teorisi Sokrates ve Aristotales tarafından reddedilse de M.Ö. 1. yy.da Romalı Lucretius tarafından bir süreliğine tekrar canlandırılmıştır. Lucretius “Doğa’nın Evrimi” isimli kitabında dünyanın atomik yapısını bu düşünceler doğrultusunda ele almıştır.

M.Ö. 3. yy.’da yaşayan Epiküros materyalizmi ele alan diğer bir filozoftur. Epiküros, evrenin iki parçadan oluştuğunu, bunların, madde ve maddenin içinde hareket ettiği boşluk olduğunu savunmuştur. Demokritos’a benzer şekilde, bir yaratıcının varlığını reddetmiştir. Ona göre sonsuza dek var olan atomlar mevcuttur ve tüm fiziksel olaylar bu atomlara bağlı olarak gerçekleşmektedir. Ruh ve beden de atomlardan oluşmakta, öldükten sonra bu atomlar dağılarak yok olmaktadır.

Yunan felsefesinin bu materyalist görüşleri tahmin edersiniz ki Hristiyanlığın ortaya çıkış ve güçlenmesiyle bir dönem geri planda kalmıştır. Materyalizmin ruhu inkâr etmesi, kilise tarafından açıkça kınanmıştır. İdealizmi temsil eden Aristotales’i destekleyen kilise için materyalizmi savunmak anlamsızdır. Ama buna rağmen materyalizm, üzerinde çalışılan bir konu olmaya da devam etmiştir.

M.S. materyalizmin gelişimini ele aldığımızda, ilk olarak Pierre Gassandi’den söz edebiliriz. Gassandi de Atomizm ile ilgili araştırmalar yapmıştır. Ama onun savunduğu fikirler gerek tepki çekmemek gerekse Atomizm’i kabul ettirmek amaçlı değişikliğe uğramıştır. Ona göre evet, atomlar vardır ama bu atomlar tanrı tarafından yaratılmıştır.

Bacon da yine materyalizm tarihinde ismi geçen bir diğer düşünürdür. Doğa deneyine dayanan bilim, onun gözünde gerçek bilimdir ve fizik gerçek bilimin en soylu bölümüdür. Skolastik düşünceye karşı çıkan Bacon için, fikirlerin nereden geldiği sorusu önemlidir. Ona göre fikirler sadece görülenler ve dokunulanlar üzerine şekillenebilir, fikirleri tanrı yapmamıştır. Bacon’un savunduğu fikirler İngiliz materyalizminin simgelerinden biri haline gelmiştir.

17. yy.’a geldiğimizde materyalizm konusunda ünlü isimler karşımıza çıkmaya devam eder, Gottfried Leibniz ve Thomas Hobbes. Leibniz, çok yönlü bir Alman filozofudur, matematikçi ve aynı zamanda da tarihçidir. Onun materyalizmine göre var olan her şey maddesel ve fizikseldir. Gerçeklik üzerine yaptığı araştırmaları bu temel üzerinde şekillendirmiştir.

Hobbes ise, Aristotales felsefesi ve skolastik düşünceye karşı durmuştur. “Leviathan” isimli eserinde şöyle der:

“Evren tamamen gerçektir, gerçek olan her şey maddedir, madde olmayan gerçek değildir.”

Hobbes’e göre uzay denilen bir boşluk vardır ve bu boşluk, görünemeyen ve dokunulamayan “Eter”den oluşmaktadır.

Fransız materyalist düşünür Paul Henri baron d’Holbach’ın temsili görseli

Diğer bir materyalist düşünür; Paul Henri baron d’Holbach’ da Fransız materyalizminin gelişimine katkı sağlamış, materyalizmin yanı sıra ateizm ile ilgili de çalışmalar yapmıştır. 1770 yılında yayınlanan “System of Nature” adlı eserinde tüm gerçekliğin maddenin hareketi ve dağılımına bağlı olduğunu savunmuştur. Aynı eserde insanların da birer makine olduklarını ve özgür iradeye sahip olmadıklarını belirtmiş, dinle dalga geçmiş, bu nedenle tepki de çekmiştir.

Sonraki dönemlerde Marx ve Engels için önemli bir isim haline gelecek olan Ludwig Feuerbach de materyalist düşüncenin temsilcilerindendir. Ona göre akıl, maddenin bir ürünüdür, hatta en yüksek ürünüdür. Materyalizm insan özünün ve bilginin temelidir. Tanrının özündeki giz, insanın özünde gizlidir.

Bu dönemde materyalist felsefenin gelişime dolaylı olsa da katkıda bulunan bir isimden daha söz etmek gerekir ki bu kişi, Descartes’tir. Descartes skolastik anlayışın karşısında durarak insanın dine ister inansın ister inanmasın akıl yoluyla gerçeğe ulaşabileceğini savunmuştur. Materyalist bir bilimi savunurken aynı zamanda idealist yönünü de korumaya çalıştığını söyleyebiliriz. Bu çelişkili durum nasıl olabilir derseniz, şöyle açıklayabiliriz:

Hayvanlar üzerine yaptığı araştırmalarda onların sadece kas ve etten oluşan maddeler olduğunu savunmuş fakat söz konusu durumun insan için aynı olmadığını belirtmiştir. Çünkü insanın “Ruh”u vardır. Buna benzer fikirleri hem materyalist felsefeyi hem de idealist felsefeyi beslemiştir.

Yukarıda filozofların düşünceleri ve çalışmaları ile açıklamaya çalıştığımız 18. yüzyıla kadar olan dönem, genel olarak antik çağdan gelen fikirlerin gelişimine dayanmaktadır. Bu dönemde gelişen materyalist fikirlerin büyük çoğunluğu dine karşı savunulan düşüncelerden oluşmaktadır. Hareketin, etkinliğin, yaratıcı gücün ruha ait olduğunu savunan ve dinlerden türemiş olan “İdealist Felsefe” ile arasında bir savaş vardır. Materyalist felsefe, idealist felsefenin aksine, tamamen madde odaklıdır, bu felsefelere ait zıt fikirler, tarih boyunca düşünürleri karşı karşıya getirse de birbirini besleyerek geliştirmiştir.

Bu dönemde materyalizm, bilimin gelişmesine bağlı olarak duraklamış ya da ilerlemiştir. 18. yüzyıl materyalizminin mekanikçi bir anlayışa sahip olduğunu belirtmek gerekir. Mekanikçi bir anlayışa göre sonuçlar çıkarılmaya çalışılmıştır. Mesela, düşünce için şöyle bir açıklama getirilmiştir:

“Nasıl karaciğer safra salgılıyorsa, beyin de aynı şekilde düşünce salgılar!”

Bu yargı sadece bu haliyle oldukça anlamsız gelebilir. Çünkü böyle bir yargı için daha fazla açıklama gerekmektedir. Düşüncelerimiz yalnızca beynimizden salgılanan halde olmayabilir, düşüncelerimizin etkilendiği toplum, çevre… vb. faktörler de işin içine katılmalıdır. Bu tarz kapsamlı açıklamalar, Marx sonrası materyalizmde başlar.

Yunan felsefesinde ortaya çıkan ve gelişerek ilerleyen materyalizm, İngiltere ve buna bağlı olarak Fransa’da gelişmeye başlar ve bilinen önemli akımlardan biri haline gelir. Sonraki dönemlerde Marx İngiliz materyalizmi için şu yorumu getirir:

“Materyalizm, Büyük Britanya’nın gerçek çocuğudur.”

İngiliz materyalizmi ve Fransız materyalizmi başlarda iki farklı akım olarak nitelendirilse de zamanla tek bir akım haline gelir ve 18. yy. materyalizmine güçlü bir zemin oluşturur.

2. Marx ve Engels sonrası Materyalizm

Buraya kadar materyalizmin tarihsel gelişimini ele aldık. Şimdi sıra, Marx sonrası materyalizmi ele almaya geldi. Günümüzde materyalizm denildiğinde aklımıza Marksizm geldiğine göre, antik çağlardan gelen materyalizmi esas dikkat çekici noktaya taşıyanın Marx olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Marx sonrası materyalizmi ele almadan önce Marx ve Engels hakkında da kısaca bilgi vermek iyi olacaktır.

Karl Marx ve Friedrich Engels 

Karl Marx ve Friedrich Engels

Karl Marx, 19. yüzyılda yaşamış Alman filozof, politik ekonomist ve devrimcidir. Özellikle politika ve sosyo-ekonomiye dair araştırmaları onun hala önemli bir isim olarak anılmasına vesile olmuştur. Berlin’deki Friedrich Wilhems Üniversitesi’de okurken katıldığı “Genç Hegelciler” (Sol Hegelciler) onun ve Engels’in fikirlerinde önemli role sahiptir. Prusya hakkında toplum üzerindeki diyalektik süreçlerin ele alındığı bu grubun diyalektik materyalizme katkıları büyüktür. Daha önce bahsettiğimiz, Alman materyalist filozof Ludwig Feuerbach’dan etkilenme dönemi de yine bu dönemdir. Onu eleştirdiği sonraki dönemde ise tarihsel materyalizm kavramının temelini atar. “Alman İdeolojisi” (Die Deutsche Ideologie) isimli eseri, onun materyalizm çalışmalarının başlangıcı olarak kabul edilmektedir.

Marx birlikte çalışmalara imza attığı yakın dostu Engels ile Paris’e gittiği dönemde tanışır. Engels da 19. yüzyılın önemli Alman politik filozoflarından birisidir. Karl Marx ile birlikte hazırladıkları Komünist Manifesto ile tüm malların ortak mülkiyetine dayalı bir sistem olan komünist kuramın ortaya çıkış ve gelişiminde önemli rol oynamıştır.

Engels ve Marx’ın Genç Hegelciler grubunda yer almaları, Hegel’in diyalektiğinden ve Ludwig Feuerbach’ın materyalizminden etkilenmeleri onları diyalektik materyalizm üzerine çalışma yapmaya itmiştir. Peki, diyalektik materyalizm nedir?

Diyalektik materyalizmden bahsetmek için önce diyalektik kavramını açıklayalım. “Diyalektik” eski yunan filozoflarının atışarak gerçeği bulma sanatına verilen isimdir. Bu kavram, zaman içerisinde “gerçeğin bilinmesi” olarak nitelendirilmiştir. Diyalektik bilimsel bir yöntemi de ifade etmektedir. Evrendeki her şeyi hareket ve değişme sürecinde görür. Bunu temel alan diyalektik materyalizm ise, nesnel gerçeği kavrama çabasıdır. Toplumsal mekanizma içerisinde bu durum işçi sınıfının devrimci yöntemini ifade etmektedir. Yani burjuva (zenginler sınıfı) dünyasına karşı savaşan işçi sınıfının yol göstericisidir.

Doğanın nesnel yasaları vardır, diyalektik materyalizm benzer yasaların toplum içerisinde de olduğunu savunmaktadır. Toplumun ve doğanın yasaları insandan bağımsız şekilde gelişmektedir. İnsan bu nesnel dünyalara uyum sağlamaya çalışır ve yine bu yasalardan kendi çıkarları doğrultusunda faydalanmaya çalışır.

Diyalektik materyalizm, karşıtların birliği ve çatışması, niceliksel değişmelerin niteliksel değerlere dönüşmesi ve inkârın inkârı gibi yasaları ele alır. Bunları kısaca açıklayalım.

Karşıtların birliği ve çatışması; evrenin özünü ifade etmektedir. Evrenin hareketi karşıtlıklar ile gerçekleşir. Karşıtların bir arada olması bir yasadır. Buna örnek olarak; atomun, hem artı, hem de eksi yüklere sahip olmasını gösterebiliriz. Bu örneğin toplumsal sistemdeki karşılığı ise; burjuva(zenginler) ve proletaryadır(işçiler). Tıpkı atom örneğinde olduğu gibi toplum içerisinde bu iki grup birbirine zıttır ama aynı zamanda birliktedir. Diyalektik materyalizmin varsayımına göre; bu iki sınıf bir arada yaşamak zorundadır, fakat bir süre sonra proletarya sınıfı burjuva sınıfını ortadan kaldıracak ve sosyalist toplumun kurulmasını sağlayacaktır. Bu ikili sınıf mücadelesinde çelişkiler söz konusu olacaktır. Bu çelişkiler çıkarların farklı olmasına büyük ölçüde bağlıdır. Yine örnek verirsek; proletarya sınıfı, sömürüden kurtulmak isterken, üretim gücünü ve parayı elinde bulunduran burjuva sınıfı ise sonsuza dek gücünü korumak ister. İşte bu çelişkili durum sınıflar arası çatışmanın devam etmesine yol açar. Diyalektik materyalizme göre bu çelişkili durumun kaldırılması ancak kapitalist düzenden sosyalist düzene geçiş ile mümkün olacaktır. Ortak çıkarlara sahip sınıflar arasındaki çelişkiler uzlaşılabilir niteliktedir. Buna örnek olarak ise; ezilen işçi sınıfının ve köylü sınıfının burjuvaya karşı birleşmeleri gösterilebilir. Yine diyalektik materyalizme göre temel çelişki kapitalizm ve sosyalizm arasındadır, çünkü onların arasındaki mücadele diğer tüm çelişkilerin gidişatını belirlemektedir.

Niceliksel değişmelerin niteliksel değişmelere dönüşme yasasında ise ifade edilmek istenen şudur; nasıl ki doğada bir nesneyi özellikleriyle tanıtabiliyorsak benzer şekilde toplumları da özelliklerine göre ayırabiliriz. Örnek olarak; feodal toplumlar, sosyalist toplumlar, kapitalist toplumlar…vb. Bu bahsettiğimiz toplumların niteliğidir. Nicelik ise; nesnelerin sayıları, büyüklüklerini ifade eder. Nitelik ve nicelik birbiriyle bağlantılıdır. Toplum içerisinde nicel birikim dediğimiz “Evrim”i ifade ederken, nitel değişiklikler “Devrim”i ifade etmektedir. Evrim dediğimiz nicel birikim yavaş gerçekleşen bir olgu iken, devrim aniden olur. Örneğin; kapitalist düzenden sosyalist düzene geçiş bir devrimdir. Evrim ise yavaş ve kesintisiz ilerlemektedir. Evrimsel olgular devrimlere zemin hazırlamaktadır, diyalektik materyalizm evrim olmadan devrimin olmayacağını savunmaktadır.

İnkârın inkârı yasası ise şunu ifade etmektedir; yeni eskiyi olumsuz hale getirerek gelişir. Eskiyi tamamen yok etmez, belli özelliklerini yok eder, yerine yeni olgular ekler. Örnek olarak; yeni bir yönetim sistemi, eski sistemin yönetim biçimini tamamen ortadan kaldırmış görünse de onun olumlu yönlerini de barındırmaya devam edebilir. Örneğin; sanayisini…vb. Bunun üzerine kendi olumlu yönlerini de eklemektedir.

Diyalektik materyalizm, “Marksizm”in temelidir. Marksizm; Marx’ın Fransız politikası burjuvazi ve sınıf mücadelesi üzerine yaptığı analizlerle şekillenmiş bir felsefedir. Aynı zamanda İngiliz kapitalizmi üzerine yapılan incelemelerden de beslenmiştir. Marksizm’e göre topluma dair her şey maddi dünyadan kaynaklıdır. Düşünceler de benzer şekilde maddeye dayanmaktadır.

Tarihsel materyalizmden kısaca söz edersek; tarihsel materyalizm Marksist yaklaşımın tarihsel gelişmeye uyarlanması olarak nitelendirilebilir. Marx “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” başlıklı yapıtında tarihsel materyalizmin dayandığı ana fikri şöyle ifade etmiştir:

“İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir, tam tersine onların bilincini belirleyen toplumsal varlıklarıdır.”

Burada ifade edilmek istenen şey, insanların hayalleri, düşüncelerinden değil, onların eylemleri ve yaşam süreçlerinden yola çıkarak hareket edilmesi gerektiğidir. Yine Marx’a göre, maddi şartlar insan üretimini ve yaşam sürecini etkileyen önemli unsurlardır. Pozitif bilim maddi yaşam şartlarını ve üretim süreçlerini kendine konu olarak almalıdır. İnsanların ihtiyaçları onları bir arada tutmaktadır. Toplum içerisinde bireyler arasında iş ve üretime göre dağılımlar vardır. Üretim sonucunda ise yapılan paylaşımlar eşit değildir, bu durum aile içinde başlamaktadır. O halde güveni sağlayacak bir kurum gereklidir, o da devlettir. Böyle bir devletin kuruluşu özgür iradeye değil birliktelik ilkesine dayanmalıdır ki bu yönetim biçimi komünizmdir. (Engels ile hazırladıkları “Komünist Manifesto” bu yönetim sistemine dair kapsamlı bir yapıttır.) Genel olarak bu sistemde özel mülkiyet kavramı ortadan kalkacak, eşit bir toplum yapısı oluşturulacaktır. Mevcut toplum yapısında, ezenler ve ezilenler olmak üzere iki sınıf vardır. Toplum tarihi sınıflar arası savaşlara sahne olmuştur. Ezilen taraf olan işçi sınıfının devrimi, diğer tüm sınıfların yok edilmesine bağlıdır.

Kapitalist sistemi anlatan temsili bir görsel

Marx “Kapital” isimli yapıtında kapitalist devlet düzeni üzerine yaptığı incelemeler sonucunda (İngiliz kapitalizmi) eleştirilerini yazmıştır. Bu esere göre iş gücü satın alınabilir bir metadır. İşçiler emeklerinin karşılığını alamamakta, kapitalistler emek hırsızlığı yapmaktadır. İşçiler her zaman aldığı ücretten fazla mal üretmekte, ortaya artı değer çıkmaktadır. Ortaya çıkan bu artı değer, işçi sınıfının cebi yerine işverenin cebine girmektedir. Bu durum düzeltilemez bir durumdur, tek kurtuluş yolu devlet düzeninin değişmesidir Kapitalist düzende sermaye sahibi, gün geçtikçe zenginleşirken, işçi sınıfı emeğini daha ucuza satmaktadır, bu durumdan kurtuluş, üretimin kamulaştırılması ve işçi sınıfının devrimini gerçekleştirmesi ile mümkün olacaktır.

Engels’ın tarihsel materyalizm üzerine görüşleri ise şöyledir;

Materyalist tarih anlayışı şu savdan hareket eder: üretim ve üretimden sonra ürünlerin mübadelesi, her türlü toplumsal düzenin temelini oluşturur. Tarih boyunca her toplumda, ürünlerin bölüşümü ve onunla birlikte sınıflar halinde toplumsal sıralanma üretilmiş olana, bunun üretilme biçimine ve üretilmiş şeylerin bölüşüm biçimine göre düzenlenir. Bundan ötürü bütün toplumsal değişimlerin ve bütün siyasal altüst oluşların son nedenlerini, insanların hafızasında değil, üretim ve mübadele biçimlerinin değişmesinde aramak gerekir; bu nedenleri felsefede değil söz konusu dönemin iktisadi yaşamında aramak gerekir.

Marx ve Engels’ın düşüncelerine bakıldığında toplum düzenin temeli üretime dayanmaktadır. Üretilen ürünün paylaşımındaki adaletsizlik, sınıf kavramlarının varlığına ve çatışmaya neden olmuştur. Bu sistemin ezilen sınıfı olan işçi sınıfının kurtuluşu devrime bağlıdır.

Materyalizm üzerinde değineceğimiz son konu materyalizm-bilim ilişkisidir.

Materyalizm 19. yüzyılda bilimsel bir görünüme büründürülmüştür. Bu dönemde materyalizme olan ilgi, onun bilimsel olarak da ele alınmasına yol açmıştır. Freud’un psikoloji çalışmalarının yanı sıra Darwin’in evrim teorisi materyalizme büyük katkı sağlamıştır. Darwinizm’in canlıların oluşumunu maddesel faktörlerle, maddenin kendi içindeki etkileşimlerle açıklaması materyalistler için önemli bir gelişme olmuştur.

19. yüzyılda gelişen bu bilimsel materyalizm bazı iddialarda bulunmuştur. Bunlar; evrenin hacim olarak sonsuz olduğu, maddenin yaratılmadığıdır. Madde ve zaman birer mutlak kavramdır, yani hep var olmuştur ve hiç değişmemişlerdir. İnsan zihni de sadece maddesel faktörlerle açıklanabilmektedir. Madde ötesi bir ruh yoktur ve bütün zihinsel olaylar maddeye bağlıdır.

Genel olarak materyalizmin tarih içerisinde yer alışı bu şekildedir. Materyalizm denildiğinde günümüzde akla Marx ya da onun ifade ettiği komünizm, kapitalizm gibi kavramlar gelse de çağlar öncesinde atomun ele alınması da materyalizm açısından önemli bir konudur. Marx’ın fikirlerinin sonraki dönemlerde yönetim biçimlerini büyük ölçüde etkilemesi, kapitalist düzen karşısında hala savunulur olması, kısacası güncelliğini koruması materyalizmin onunla birlikte anılmasını sağlamaktadır fakat Marx’ın etkilendiği önceki dönemlerin materyalist düşünceleri de göz önünde bulundurulmalıdır fakat Marx’ın kendinden önceki filozoflardan etkilendiği bir gerçektir, o filozofların fikirleri de göz önünde bulundurulmalıdır.

Not: Marx ve Hegel’in toplumsal materyalizm ve diyalektik materyalizmi başlı başına ele alınması gereken kapsamlı bir konudur, bu yazıda genel hatlarıyla ele almak istedik.

Ve son söz: Bu yazıyı tamamladığım gün 1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı’ydı. O nedenle yazımı Marx’ın tabiriyle proletarya sınıfına ithaf ederek, yine onun şu söylemi ile bitirmek isterim;

 

 “Proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecekleri şeyleri yok, kazanacakları bir dünya var.

Bütün ülkelerin işçileri birleşin!”

 

  Kaynakça:

- BROOKS, Mick. John Pickard. “Tarihsel Materyalizm ve Diyalektik Materyalizm”. İstanbul: Arya Yayıncılık, 2012

- http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/34/965/11895.pdf

- http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt1/sayi3/sayi3_pdf/topakkaya_arslan.pdf

- http://tr.wikipedia.org/wiki/Karl_Marx

- http://cwanderson.org/wp-content/uploads/2011/09/The-German-Ideology.pdf

 

DÜŞÜNCE DÜNYASININ GÖLGEDE KALANLARI: KADIN FİLOZOFLAR – I

$
0
0

felsefe

 

İnsan esasen ne erkektir ne de dişi. Cinsiyetin farklı olmasının amacı, cinse özgü biçim farkını oluşturmak olmayıp yalnızca üremeye yarar… ”

                                     (Marie Le Jars de Gournay: Kadınlarla Erkeklerin Eşitliği Üzerine)  

 

Bu satırlar, Rönesans döneminin filozoflarından; Marie Le Jars de Gournay’a ait. Bu ismi belki duymamış olabilirsiniz. Gournay, erkek egemen bir dönemde geri planda kalan kadın düşünürlerden sadece birisi. Günümüzde kadın ve erkek eşitliğini savunan bizler, kadınların pek çok konuda ön planda olmasını savunuyoruz fakat tarihte yolculuk yaptığımızda savunduğumuz bu fikirlerden uzak yaşantılar karşımıza çıkıyor. Okuyacağınız bu yazı dizisinde felsefe dünyasının kadın düşünürlerine kısaca değineceğiz.

Bilim dünyasına baktığımızda ünlü fizikçi Marie Curie  gibi az da olsa kadın bilim insanları karşımıza çıkıyor. Peki, felsefe dünyasına baktığımızda durum nasıl acaba?

Aristotales, Platon, Descartes… Filozoflar dediğimizde aklımıza gelen ilk isimlerin ortak bir özelliği var; hepsinin erkek olması. Bunun nedenini, düşünebilmenin erkeklere atfedilen bir yetenek olması ile değil, kadınların düşüncelerini erkekler kadar sistematik bir şekilde aktarabilmek için yeterli zaman ve imkânlara sahip olamaması şeklinde açıklamamız mümkündür. Diğer bir neden de kadınların ürettikleri belgelere erkeklerden daha az özen gösterilmesine bağlı olarak savundukları fikirlerin yitip gitmesi olarak  açıklanabilir. Daha önce yayınladığımız “Cadılık mı kötü yoksa insanlık mı? Avrupa’da cadı (kadın) avlarıyazısında, kadının cadı olarak yakılmasının ardındaki nedenler üzerinde dururken, kadının nasıl ikinci plana itildiğini ifade etmiştik. Aslında bu yazı da kadın olmanın erkeklere göre daha zor koşullarda mücadele etmek olduğunu anlatıyor. Bu konuda araştırma yaparken faydalandığım en önemli kaynağım; “Kadın Filozoflar Tarihi” isimli eserde, toplamda 44 kadın filozofun hayatından kesitlere ulaşabildim. Bu düşünürlerin tamamını ele almaktan ziyade dikkat çekici isimler üzerinde durmak istiyorum.

Kadın filozofları ele alırken kuşkusuz, dönemler bazında incelemek daha iyi olacaktır.

Antik Çağ’ın Güçlü Kadınları:

Felsefenin başlangıcı pek çoğumuzun bildiğin gibi Antik Çağ dönemine dayanmaktadır. Yaşadığı hayatı sorgulama, insan ve dünyayı nitelendirme çabaları ilk bu dönemde, Eski Yunan’da başlar.

Bu dönemde hem kadın hem erkek filozoflar için önemli sorular vardır, şöyle ki insan neden dünyaya gönderilmiştir, dünyadaki görevi nedir, düşünme ve eylem ilişkisi nedir?… vb. gibi. Bu sorulara bağlı olarak oluşan düşünceler felsefenin temeli olarak tarih sayfalarında yerini almıştır.

10x6o7m

Krotonlu Theano ve eşi Pisagor’un temsili bir resmi.

Daha önce de belirttiğimiz gibi bu dönemin ünlü düşünürleri denildiğinde karşımıza erkek düşünürler çıkmaktadır ama bu dönemde düşünce dünyasının önemli kadın isimleri de var olmuştur. Bu isimlere ilk vereceğimiz örnek; Krotonlu Theano’dur. Krotonlu Theano en ünlü Pisagorcu kadın olarak tarihteki yerini almıştır. Neden Pisagorcu olduğunu belirtirsek; ilk kadın düşünürlerin Pisagor’un çevresinden çıktığı inancı vardır.Bu çevredeki düşünürlerin, onun matematik bilgilerini ve felsefeye dair düşüncelerinin destekleyicisi ve yayıcısı olduğu kabul edilmektedir.

İşte, Krotonlu Theano da bu düşünürlerden birisidir. İÖ. 550 yılından sonra yaşayan Theano, aynı zamanda Pisagor’un eşidir. Eşi gibi matematiğe meraklı olan Theano Pisagor’dan felsefe dersleri de almış ve eşinin ölümünden sonra Pisagor Okulu’nu yönetmiştir.

Peki, Krotonlu Theano’nun düşünceleri nasıldır? Theano’ya göre, ruh yeniden doğacaktır, bunun için kişi erdemli bir hayat sürmelidir. Sırf madde diye bir şey yoktur, ruh ön planda olmalıdır. Matematik ve müzik önemlidir çünkü ikisinde de sayılar vardır. Öyle ki sayılar düzeni sağlayan tek unsurdur.

Theano Pisagor Okulu’nda kızlara ders vermiştir. Bu derslerinin büyük bir bölümünü ahlak üzerinedir. Kendisinin dönemin ileri görüşlü isimlerinden biri olmasına karşın, derslerinde kadınların geri planda kalarak, iyi bir eş olarak yetiştirilmesini anlatması ilgi çekicidir. Bu durum büyük ölçüde o dönemin sosyal hayatının çizgisini yansıtmaktadır.

Theano’dan sonra yine Antik Çağ’da ele alabileceğimiz diğer bir isim; Aspasia’dır. İÖ. 460’tan sonra yaşayan Aspasia kadın düşünür olarak nitelendirilirken bazı yazarlar tarafından Hetaira (fahişe) olarak nitelendirilen ve alay edilen de bir kadın olmuştur. Bu nokta oldukça dikkat çekicidir. O dönemde Hetaira olarak çalışan kadınlar, para karşılığı bedenlerini satmaktadır. Aspasia da Atina’da Hetaira olarak çalışmaya başlar ve bir Hetaira okulunu işletir. Bu durum onun toplum içerisinde aşağılanmasına yol açsa da öte yandan sahip olduğu felsefe ve retorik bilgisi kendisine hayran bırakmaktadır. Aspasia esasında oldukça iyi eğitim almış bir kadındır. Sokrates’in ondan ders aldığı ve ona hayranlık duyduğu Platon tarafından kaleme alınmıştır. Aspasia yaşadığı dönemde insanları felsefeye yönlendirmeye çalışan önemli bir isim olarak varlık göstermiştir.

Hypatia

Hypatia’nın temsili bir resmi.

Antik çağın diğer önemli bir ismi de Hypatia’dır. M.S. 370 yılından sonra yaşayan Hypatia, Yeni Platonculuğun revaçta olduğu bir dönemde İskenderiye’de yaşamıştır. Önemli bir filozof olmasının yanı sıra astronomi ve matematik ile deilgilenen Hypatia, zor bir dönemde varlığını sürdürmüştür öyle ki, bu dönemde yeni yeni Hristiyanlaşmanın sonucunda Hristiyan olmayanlara karşı düşmanlık mevcuttur. Bu durumdan Hypatia da nasibini almıştır. Felsefenin bu dönemde bölücü, otorite bozucu bir sistem olduğu düşüncesi onun işini daha da zorlaştırmıştır. Buna rağmen üstün zekâsı ile fark yaratan düşünür, İskenderiye Üniversitesi’nde astronomi ve geometri dersleri de vermiştir. Hypatia’nın babası da kendisi kadar ünlü matematikçi olan Theon’dur. Hypatia’nın Platon düşüncelerini savunduğu belirtilmektedir ama maalesef günümüze ulaşan bir eseri bulunmamaktadır. Platoncu felsefeye göre, asıl gerçek görülebilen değil, onun ardında bulunandır. Hypatia’nın da bu fikri savunduğu varsayılmaktadır. Hypatia’nın hayatı hakkında dikkat çekici nokta ise ölümüne ilişkindir. Hypatia pagan olmakla, devletin işlerine karışmakla suçlanmış ve taşlanarak öldürülmüştür. Ne kadar trajik bir durum olduğunu belirtmemize gerek yok değil mi? Hypatia’nın ölümü tarihsel süreç içerisinde kadınlara yapılan zulmün tanıdık bir örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu üç düşünürü kısaca ele aldıktan sonra antik dönemin kadın düşünürleri hakkında çok kısa şunları söyleyebiliriz; antik dönemin kadın düşünürleri güçlü karakterlere sahiptir; sessiz kalmak yerine bir okulda varlıklarını sürdürmüşler, kendilerine düşman olunsa da ya da aşağılansalar da bir yandan zekâ ve bilgi birikimleri ile çevresindekileri kendilerine hayran bırakabilmişlerdir.

Ortaçağ’ın Dindar Kadın Düşünürleri:

Antik Çağ’dan Orta Çağ’a geçiş yaptığımızda Hristiyanlık inancına bağlı olarak şekillenen baskın düşünce sistemi karşımıza çıkmaktadır. Din olgusunun gitgide güçlendiği bu dönemde felsefenin etkisi gittikçe azalmıştır. Bu dönemin felsefesi Skolastik Felsefe’dir. Bu felsefenin kökeni Aristotales’e dayandırılmakta ve Hristiyanlık inancının mantık çerçevesinde ele alınmasına çalışılmıştır buna bağlı olarak gelişen fikirlerin hemen hemen hepsi dinsel dogmalar üzerine olmuştur. Bu dönemde kadınların rolüne baktığımızda, kadınların yine geri planda olduklarını söyleyebiliriz. Kadınların skolastik felsefe ile uğraşmaları yasaklanmıştır buna karşın Mistitizm ile ilgilenmelerine engel olunamamıştır. Mistitizm’e göre; kişi kendi içine dönerek, sezgileri ile Tanrı ile yakınlaşabilir. Bu akıma göre “ben” yoktur, Tanrı vardır. Kişi bu şekilde bir gün gelecek bilge kişi haline gelecektir.

 

“Nasıl ki insan toza dönüşse de sonradan yeniden dirileceği için her zaman var olmaya

devam edecek, eserleri de her zaman görülecektir…”

 

Bu cümlenin sahibi, Mistitizm akımın önemli temsilcilerinden biri olan Bingenli Hildegard’dır. Bingenli Hildegard, 1098’de doğmuştur, hayatının 30 yılını bir kadın hücresinde geçirmiştir. Sonrasında ise rahibelik yemini etmiştir. Onun hakkında en ilginç detay, erkek manastırlarından bağımsız kendi manastırını kurmasıdır. Bu durum onun güçlü kişiliği hakkında ufak da olsa bir bilgi vermektedir. Bunun yanı sıra o dönemde bir rahibe için yasak olan vaaz gezilerini de gerçekleştirmiş olması ve ikinci bir manastır kurması dönemin devrim niteliğinde gelişmelerinden birisidir. Bingenli Hildegard’ın düşünce yapısına baktığımızda ise, insan-kozmos-tanrı arasında şekillendiğini görüyoruz. Dünya bir bütündür, kişi kendi benliğine bakmak yerine bu bütünü incelemelidir. Dünya Tanrı tarafından tutulan bir tekerlektir. İnsan bu tekerlek içerisinde dengede durmaktadır ve insanın asıl amacı kozmos ve tanrı arasında denge kurmaktır.  Bunu “Scvias” isimli kitabında yazmıştır. Bu eserinin yanı sıra erdemli davranış üzerine kaleme aldığı, “Liber Vintae Meritorum” ve insan-kozmos arasında benzetmelere yer verdiği “Liber Divinorum Operum” adlı eserleri mevcuttur. Bingenli Hildegard’a göre insan ve dünya iç içedir. Din hayatın anlamıdır, ruh ve beden arasında ise birbirini tamamlayıcı bir bağ vardır. Ruh kadar beden de önemlidir, bu nedenle kişi yaşarken bedenine de özen göstermelidir.

Bu dönemin diğer bir kadın düşünürü Marguerite Porete’dir. 1255-1320 yıllarında Fransa’da yaşayan bu düşünür de mistik düşüncenin temsilcilerinden kabul edilmektedir. Marguerite Porete’nin hayatı aslında oldukça ilginçtir; din sapkını olarak suçlanarak, yakılarak öldürülmüştür. Bunun nedeni, “Yalın Ruhun Aynası” isimli kitabında savunduğu fikirleridir. Bu kitapta Marguerite, ruhun tamamen özgür olması gerektiğini savunmuştur, buna göre kilisenin kurallarından kopulmalı ve tanrı ile kurulan bağı kişinin kendi içinde kurmalıdır. Bu düşünce tarzı, Orta Çağ dönemi için oldukça cesur düşünceler olup, cezası ölüm olmuştur.

373px-Christine_de_Pisan_-_Project_Gutenberg_eBook_12254

Christine_de_Pisan’ın portresi.

Orta Çağ ile ilgili değinmek istediğimiz bir diğer düşünür ise Fransız Christine de Pizan’dır. Pizan’ın dul bir kadın olması, toplum içerisinde saygınlığının az olmasına yol açmıştır. Gerek bu tutum gerekse gündelik hayatın zorluklarını yaşasa da şiir, siyasi ve felsefi yazılar yazması onun da güçlü bir yapısının olduğunu göstermektedir. En önemli eseri; “Kadınlar Kenti Üstüne” isimli eseridir. Christine de Pizan bu eserinde aslında bir ütopyadan bahsetmektedir. İnancını kaybetmese de eleştiri yapmış ve bunu eserine de yansıtmıştır.

Orta Çağ’ın kadın düşünürlerinin genel özelliklerine baktığımızda, güçlü kişilikler ile karşılaştığımızı söylememiz mümkün. Düşünce sistemlerini değerlendirdiğimizde baskın olanın inanç olduğunu belirtebiliriz.

Rönesans Çağının Aydınlık Kadınları:

Rönesans dönemine geçişle, bilim ve sanat ilerlemeye başlamıştır. Bu dönemde bilim, kilisenin tekelinden çıkar. Daha önce ele aldığımız Leonardo da Vinci, Copernicus gibi isimler dönemin dahi isimleri olarak isimlerini tarih sayfalarına yazdırmışlardır. Bu dönem aynı zamanda skolastik düşünce yapısından uzaklaşılarak yeniden Antik Çağ felsefesinin de önem kazandığı bir dönemdir. Tüm bu gelişmeler olsa da Rönesans cadı avlarının da yapıldığı bir dönem olmuştur. Buna rağmen bu dönemde de yine kadın düşünürler vardır.

“Belirli bir hedefe doğru hareket eden her bir şeyin bu hedefe ulaşınca devinimi kestiğinden ve bunun sonucunda artık devinmediğinden kuşku duyulamaz. Çünkü onu devinim içinde tutan ve deviniminin hedefi olan neden ortadan kalktığında zorunluk olarak etkisi de, yani devinim de yok olur. Oysa alışılmış biçimde seven ve sevilen nesneye bedenen sahip olmaktan başka bir özlemi olmayan herkes, özlediği birleşmeyi elde eder etmez devinimi bırakır, artık sevmez.”

Tullia_d'Aragona

Tullia_d’Aragona’nın portresi.

Okuduğunuz bu satırlar, Rönesans döneminin kadın düşünürlerinden birine; Tullia d’Aragona’ya ait. Tullia d’Aragona, ünlü “Aşkın Sonsuzluğu Üstüne Diyalog” isimli eserinde sonsuz büyük aşk üzerine düşüncelerini dile getirmiştir. Tullia d’Aragona, Platoncu geleneğin temsilcilerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. İtalya’da yaşayan düşünür iyi bir eğitim almıştır. Felsefe üzerine yaptığı konuşmalar onu ön plana çıkarsa da cadı ve fahişe olarak suçlanmaktan da kurtulamamıştır.

Rönesans döneminde ele alacağımız diğer bir kadın düşünür ise; Marie Le Jars de Gournay’dır. 1565-1645 yılları arasında yaşayan düşünür felsefenin yanı sıra fizik, geometri, tarihle de ilgilenmiştir. Hayatında dönüm noktalarından birisi filozof Michel de Montaigne ile tanışmasıdır. Bu tanışıklık, Marie Le Jars de Gournay’ın daha cesur bir şekilde düşüncelerini dile getirebilmesini sağlamıştır. Dilin önemi üzerine yaptığı araştırmalar dikkat çekicidir. Başyapıtı olan eseri, “Erkeklerin ve Kadınların Eşitliği Üzerine” kaleme alır ve bu eserinde erkek ve kadının ruhen eşit olduğunu savunur. Teori ve pratiği birleştirdiği yazılarında toplumsal sistem eleştirilerine de yer vermiştir.

Rönesans dönemi kadınlar için cadı avı vakaları açısından tehlikeli bir dönem olmaya devam etse de bir yandan özgür düşüncenin tekrar ortaya çıkması açısından dikkat çekicidir. Bu dönemin kadın düşünürleri Antik Çağ’ın düşünürlerini (Platon, Sokrates.. vb.) kendilerine örnek alarak, skolastik düşünce yapısından bağımsız düşünceler geliştirebilmişlerdir.

Buraya kadar Antik Çağ’dan Rönesans’a kadar olan kadın filizofları ele aldık. Kuşkusuz bu yazıda yazdıklarımızdan başka kadın filozoflar da var, bu isimler sadece bizim seçtiklerimiz. Gelecek ay 17. yüzyıldan günümüze kadar olan süreçte yer alan isimleri ele alacağız.

 

Kaynakça:

GLEICHAUF, Ingeborg. “Kadın Filozoflar Tarihi.” çev. Leyla Uslu.  Ankara: ODTÜ Yayıncılık, 2007

http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/29/205.pdf

http://physics.ucsc.edu/~drip/7B/hypatia.pdf

 

 

DÜŞÜNCE DÜNYASININ GÖLGEDE KALANLARI: KADIN FİLOZOFLAR – II

$
0
0

Inconnu,_portrait_de_madame_Du_Châtelet_à_sa_table_de_travail,_détail_(château_de_Breteuil)_-002

“Uyan ey kadın! Usun alarm çanları tüm evrende yankılanıyor; haklarını bil! Doğanın heybetli krallığını artık önyargılar, fanatizm, batıl inanç ve yalanlar kuşatmıyor. Hakikatin meşalesi bütün aptallık ve kibir bulutlarını dağıttı…”

                                                                                                                                       (Olympe de Gouges)

Bu satırlar, Olympe de Gouges’a ait. Kendisi Aydınlanma Çağı’nın önemli kadın filozoflarından biri. Dizimizin önceki bölümünde Antik Çağ-Rönesans dönemi kadın filozofları ele almıştık. Bu bölümde ise, 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan dönem ile devam ediyoruz.

Yeniçağ’ın derin düşünen kadınları:

Özgür düşüncenin tekrar hayat bulduğu Rönesans döneminden sonra başlayan dönem, bilim adına önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönem olmuştur. Bu devrin felsefedeki yıldızı, René Descartes’tir. Her şeyden kuşku duyulabileceğini savunan ve “Derin Düşünceler” isimli yöntemi geliştiren Descartes’in düşünceleri kuşkusuz bu dönem kadın düşünürlerini etkilemiştir.

Margaret Cavendish. (1623-1673)

Margaret Cavendish. (1623-1673)

Bu kadın filozoflardan ilki, Margaret Cavendish’tir. 1623-1673 yılları arasında İngiltere’de yaşayan Margaret, soylu bir aileden gelmektedir ancak buna uygun bir eğitim almamıştır. Bu dönemde meydana gelen siyasi olaylar (Kralın idam edilişi) Margaret’in Paris’e sürgüne gitmesine neden olmuştur. Burada evlendiği Mareşal W. Cavendish sayesinde zaman içerisinde felsefe üzerine eğilmiştir. 1660 yılından sonra tekrar İngiltere’ye dönen Cavendish 1667 yılında dünyanın en eski akademisi sayılan “Royal Society of London”ın toplantısına katılan ilk kadın olmuştur.

Cavendish’e göre madde dediğimiz kavram durağan değil aksine canlıdır. Madde, zekâ ve zihin doğaya aittir. Madde kendi içinde değişiklik gösterir, insan ise doğaya aittir ve madde üzerinde yaptırım gücü yoktur. Madde ve insan bir bütünün parçalarını oluşturmaktadır.

 

İnsanların bütün varlıkların en akıllısı olduklarını zannedenler, diğer yaratıkların doğası hakkında hiçbir şey bilmez ve yetkin bir insanın bile ya zihnine ya da bedenine ait olan mecazi devinimlerin hepsini tanımaz.

                                                                                                                 (Grounds of Natural Philosophy)

Margaret’e göre insan da nesnel ve duygusal olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Bu iki kısım arasında birbirine hükmetme yerine uzlaşma söz konusudur. Yine ona göre bir tek Tanrı her şeyden bağımsızdır. Tanrı’nın insanlar tarafından kavranamayacağını, bilginin bu noktada sınırlı kaldığını savunur. “Philosophical Letters”  “Grounds of Natural Philosophy” önemli eserleridir. Grounds of Natural’da daha net dile getirdiği gibi insan en üstün varlık değildir ve doğa üzerinde egemen olmaya çalışmaması gerektiğini vurgulamaktadır. Yazıları, ölümünden sonra eşi tarafından yayınlanmıştır.

Mary Astell

Mary Astell’in portresi.

Bu dönemin bir diğer kadın filozofu; Mary Astell’dir. Mary, bir din adamı olan amcasından aldığı matematik, felsefe dersleri ile kendini geliştirmiş, daha sonra Londra’ya yerleşmiştir. Burada bir arkadaşı ile tuttuğu ev dönemin entelektüel merkezi haline gelmiştir. Mary, dönemin diğer kadın filozofları gibi Descartes’in felsefesini yorumlamanın yanı sıra Locke’un Ampirizm’inden de etkilenir. Bu felsefeye göre bilgi, deneyimler sayesinde kazanılmaktadır. Bu fikri savunan Mary de kadın ve erkeğin sahip olacağı ussal birikimin deneyimler ışığında kazanılacağını söyler. Özellikle kadına yönelik eğitimler düzenlenmelidir, alacağı eğitim, kadının kendisine olan özgüvenini yükseltecektir ama kadın yine de ona göre kamusal görevlerde daha geri planda kalmalıdır.

 

“Bilgisizlik kötü huylara meylettirir, tersine olarak kötü huylar da bizi bilgisiz bırakır, öyle ki birinden kurtulmamız, diğerinden kaçınmamız gerekir.”

 

Mary Astell, önyargısız düşünceyi ve kanıtlara bağlı inancı savunmaktadır. Bu noktada Descartes’in düşüncelerini desteklemiştir. Sadece tanrı inancının idrak edilemeyeceğini savunur ve bu inancı bilimden ayrı bir noktada konumlandırmıştır. En önemli eseri, “A Serious Proposal to the Ladies” isimli eseridir. Bu eser yaşadığı dönemde popüler kaynaklardan biri olmuştur.

Bu dönemde son ele alacağımız isim; Anne Finch Conway’dir. 1631 yılında Londra’da doğan Anne, küçük yaştan itibaren yabancı dil öğrenmiş ve felsefi incelemeler ile ilgilenmiştir. 1645’de filozof Henri More ile tanışmış ve onun öğrencisi olmuş, bu sayede Descartes felsefesine de ilgi duymaya başlamıştır. 1670 yılında tanıştığı diğer bir düşünür Franciscus Mercurius van Helmont ile yaptığı felsefe sohbetleri, onun düşüncelerinin daha netleşmesini sağlamıştır. Anne, düşüncelerini kâğıda aktarmıştır fakat ondan geriye sadece “The Principles of The Most Ancient and Modern Philosophy” adlı el yazması kalmıştır.

Conway’a göre de doğa yaşayan bir canlıdır, hükmedilecek durağan bir yapı değildir. Yine ona göre her cisimde bir can vardır. Cisim ve ruh aynı tözden gelirler sadece biçimsel farklılıkları vardır. Canlı olan her şeyde “Monad” adı verilen ilk tözün etkisi vardır. “Monad” birlik anlamına gelmekte, evrenin bütünlüğünü yansıtmaktadır. Fakat bu kavram felsefe dünyasına Conway sayesinde değil, Leibniz sayesinde yerleşmiştir.

17. yüzyılın kadın düşünürlerini genel olarak incelediğimizde, dönemin ünlü filozofu Descartes’in düşüncelerinden yola çıkarak varsayımlarda bulunduklarını söyleyebiliriz. İnsan- doğa ve madde üçgeninde geliştirilen felsefik düşünceler o dönemde değer gören düşünceler olmuştur. Özellikle doğanın insanın hükmedemeyeceği, canlı bir organizma olduğu düşüncesi oldukça önemlidir. Bu döneme ait bir başka dikkat çeken husus da kadınların daha rahat felsefe üzerine çalışmaları, entelektüel dünyada kendilerine daha kolay yer bulmuş olmalarıdır.

 Aydınlanan kadınlar:

17. yüzyıldan itibaren gelişen felsefe zaman içerisinde akıl ve düşünceyi, ön yargılardan, ideolojilerden özgür hale getirmeyi savunur hale gelir. 18. Yüzyılın felsefesi (Aydınlanma Felsefesi) olarak tanımlayabileceğimiz bu felsefeye göre din ve tanrı merkezli bir yapı ve düzenlemelerin yeri akıl merkezli bir yapı almalıdır. Kuşkusuz bu özgür düşünce yapısı içerisinde gelişen felsefik sohbetler ve varsayımlar felsefe tarihi açısından oldukça önemli olmuştur. Aydınlanma dönemini iki bölümde inceleyebiliriz;  ilk dönem ve romantizm dönemi.

Aydınlanma Çağı’nın ilk dönemindeki kadın düşünürlere ilk vereceğimiz örnek; Marquise Emilie du Chatelet’tir. 1706-1749 yılları arasında Fransa’da yaşayan Emilie du Chatelet, küçük yaşlardan itibaren Latince, İngilizce, İspanyolca, fizik, tarih gibi dersler almış, kendini geliştirmiştir. Genç yaşta evlenmiş olsa da bu durum onu engellememiş, bilim ile ilgilenmeye devam etmiş, özellikle matematik ve fizik üzerine eğilmiştir. Ünlü Fransız aydınlanmacı yazar Voltaire ile birlikte kilise ve devletin ayrılması gibi konularda uzun süre araştırma yapmıştır. Voltaire ile olan yakınlığı ölümünden sonra özel bir ilişki olarak nitelendirilse de yaşadığı dönemde evli olmasına rağmen bu konuda bir sıkıntı yaşamamıştır.

Emilie du Chatelet (Kaynak: wikipedia)

Emilie du Chatelet (Kaynak: wikipedia)

Emile du Chatelet’in en önemli yazısı; “Mutluluk Üzerine İnceleme”dir. Ona göre insan tutkularının etkilerinden kurtulmalıdır. Tutkular insanların yaşamlarını zorlaştırmaktadır, kaçınmak gerekir. Düşünce sadece mantık ile çerçevelenmez, kişinin tutkuları ve iradesi de onun düşüncesini etkileyebilmektedir. Kendini özgün ve eksiksiz bir birey olarak nitelendirirken kendi kararlarını kendi iradesiyle aldığını da savunmaktadır. Birey mutluluğa bu şekilde ulaşabilecektir.

Olympe de Gouges'

Olympe de Gouges’in bir portresi.

Aydınlanma döneminin diğer bir kadın düşünürü; Olympe de Gouges’dur. Onu ön plana çıkaran özelliği, ilk kez kadın hakları yazan bir kadın düşünür olmasıdır. Ona göre kadın özgür doğar ve tüm konularda erkeklerle eşit haklara sahiptir. Asıl adı Marie Gouze olan düşünür, 1748-1793 yılları arasında Fransa’da yaşamıştır. 1770’de Paris’e gidişinden sonra entelektüel bir çevre içerisinde bulunma şansına erişen Olympe de Gouges, Fransız Devrimi döneminde, kilise, evlilik gibi çeşitli konularda yazılar yazmıştır. Daha çok toplumsal eleştirilere yer verdiği romanlar yazarken zaman içerisinde kadın konusunu ele almaya başlamıştır. “Kadının ve Kadın Yurttaşın Hakları Bildirisi”nde kadınların siyasal ve toplumsal hatta erkeklerle eşit şartlarda olması gerekliliğini açıkça savunmaktadır. Olympe de Gouges’in ölümü de dikkat çekicidir. Düşünceleri yüzünden önce tutuklanmış, sonrasında ise giyotin ile idam edilmiştir.(1793)

Johanna Charlotte Unzer, dönemin diğer düşünürlerine örnek verebileceğimiz bir isimdir. 1725-1782 yılları arasında Almanya’da yaşayan düşünür dönemin çok yönlü düşünürlerinden birisidir. Soylu bir aileden gelen Unzer, ilk olarak şiir çalışmaları ile ön plana çıkmıştır. Sonrasında ise felsefeye yönelmiştir. Bu alanda ilk yayını, “Kadınlar İçin Felsefenin Ana Hatları” isimli çalışmasıdır. Bu eserinde felsefenin ana noktalarını basit örneklerle okurlarına sunmuş, karışık felsefe terimlerini de olabildiğince basitleştirmeye çalışmıştır. Unzer benzer şekilde kendini ifade edebilmek için diğer yazılarına da günlük hayattan örnekler eklemiştir. Ona göre, felsefi düşünce, deneyimlerle ve felsefenin herkes tarafından anlaşabildiği noktada başlıyordu. Düşünür kişi birikimlerini başkalarına da aktarmalıdır, yani felsefenin eğitimsel bir yönü olmalıdır. Unzer dönem dönem ailesel sıkıntıları nedeniyle çalışmalarına ara verse de felsefe üzerine çalışmalarına devam etmiştir.

 Aydınlanma Çağı’nın Romantik Kadınları:

18. yüzyılın sonlarına doğru felsefede Romantizm’in etkileri görülmeye başlanır. Romantizm, bir edebi akım olarak ortaya çıksa da felsefe üzerinde de etkili olmuştur. Romantizm kapsamındaki felsefede sadece ussal bilgi yeterli değildir, duygular ve hayaller de önemlidir. İnsan sadece kendi düşünce gücüne bağlı olmamalı, farklı insanlarla birlikte olmalı yani birlikte felsefe yapılmalıdır.

Dönemin romantik filozoflarına örnek olarak vereceğimiz ilk isim; Karoline von Günderrode’dir. 1780 yılında Almanya’da doğan düşünür hakkında ilginç bir durum 26 yaşındayken yaşamına son vermesidir. Bu kısa yaşantısı boyunca yaptığı çalışmalar dikkat çekicidir. Bir dönem eserlerini takma erkek ismi ile yazmış sonrasında ise kendi kimliğiyle devam etmiştir. Günderrode edebi eser üretmenin yanında derin felsefi araştırmalar yapmıştır. Hegel gibi dönemin Alman filozofları üzerine incelemeler yapmıştır. Ona göre insan yalnız bir varlıktır, bu nedenle bir birlik içerisinde yer almalıdır. Dönem dönem kendi içine dönüş yapmıştır, bu dönüşlerde, kendi içinde bir orantısızlık yaşadığından, değişken olduğundan ve kendiyle kavgalı yapısından söz etmektedir. Günderrode, düşüncelerini ifade ederken şiir ve mektuplara yansıttığı hayal gücünden de büyük ölçüde faydalanmıştır.

Romantik kadın filozoflara örnek olarak verebileceğimiz diğer bir isim ise, Rahel Varnhagen’dir. Varnhagen, 1771-1833 yılları arasında Almanya’da yaşamıştır. “Saygın bir Yahudi aileye mensup olan Varnhagen,  babasının onay vermemesine karşın Berlin’de kültürlü insanlarla samimiyeti sayesinde eğitimine başlamıştır. Özellikle yabancı dil, edebiyat ve felsefe konularında kendini geliştirmeye çalışmıştır. Napolyon’un Berlin’e girişinden sonra onun için şartlar değişmiştir. Yahudiler’e yönelik yapılan ayrımcılık onun zor günler geçirmesine neden olmuştur, ilginç bir şekilde bir dönem sonra Katolik Hristiyanlığa geçiş yapmış ve evlenmiştir.

Varnhagen’e göre; her şey düşünceye bağlıdır, konular yerine esas olan düşüncedir. Özgür düşünce tüm toplumsal etkenlerden bağımsız olarak gelişmelidir. Felsefe cesur insanların işi olmalıdır, gerçeği arama noktasında korkmamak gereklidir. Varnhagen, felsefe üzerine düşüncelerini aforizmalar, mektuplar ile dile getirmeyi tercih etmiştir, bu yazılarında insanın kavranamaz bir varlık olduğundan söz etmektedir. İnsan sorularla var olmaktadır ve hissiyata sahiptir. Hissiyat insanın içinde vardır ve yine açıklanamaz bir durumdur.

Aydınlanma dönemi kadın düşünürlerini genel olarak incelediğimizde, felsefe üzerine derin incelemeler yapmış, önyargılardan bağımsız olarak varsayımlara ulaşmışlardır. Bu dönemde önceki dönemlere göre daha cesur bir şekilde düşüncelerini dile getirmiş, iç dünya, mutluluk, özgür düşünce üzerine yorumlar yapmış, kadın hakları ve toplumsal yapı eleştirileri üzerine söylemler de bulunmuşlardır.

Buraya kadar 19.yüzyıla kadar olan dönemleri ele almış olduk. Ele aldığımız düşünürler, önceki yazıda da belirttiğimiz gibi düşünürlerden sadece bir kaçıdır. Kuşkusuz özgür düşüncenin şekillenmeye başladığı 17. yüzyıldan itibaren isimleri bilinmese de kadın düşünürler bizim ele aldıklarımızdan daha fazladır. Gelecek ay yazı dizimizin son bölümünde, 19. yüzyıldan günümüze kadar olan dönemi ele alacağız.

 

Kaynakça:

GLEICHAUF, Ingeborg. “Kadın Filozoflar Tarihi.” çev. Leyla Uslu.  Ankara: ODTÜ Yayıncılık, 2007

http://auhf.ankara.edu.tr/dergiler/auhfd-arsiv/AUHF-1996-45-01-04/AUHF-1996-45-01-04-Goztepe.pdf

http://www.sunypress.edu/pdf/61627.pdf

http://bit.ly/RahelVarnhagen

 

Viewing all 25 articles
Browse latest View live